Ne çok ara verdim... 2 yıl olmuş neredeyse. Ara olsun diye düşünmemiştim aslında. Sosyal medya o kadar hızlıca tüketti ki yaşadıklarımızı, yazmaya "gerek" kalmadı. Yaşandı, paylaşıldı, bitti, gitti... Bir çoğunu hatırlamıyorum bile. Hatta aklıma gelse, arasam bulamam. Ne üzücü...
Oysa yaşamda deneyimlediğim bir çok şeyden ders çıkarmaya çalışırım ben. Unutmamaya çalışır ve unutulmaması gerektiğini öğütlerim etrafımdakilere de. Oysa unutuyorum. Hepimiz de unutuyoruz sanırım. İşte tam da bu nedenle yazmak, sonra dönüp dönüp okumak lazım galiba.
Öğrenciyken günlük tutardım. Derdimi, tasamı, neşemi, aşklarımı hep yazardım. Annemle kavgalarımı, babamın beni nasıl da hiç anlamadığını filan. Hatırlamak için ne muhteşem bir kaynak. Derdim ki, ben böyle davranmayacağım çocuğuma. Başımda esen kavak yellerinin aynısı çocuğumun başında da eserken, ben de annemin mitokondriyal aktarımlarından nasibimi alacağımı bilemezmişim. İşte bunun için de önemli yazmak. Silkeler insanı, hatta tutar bazen yakasından, duvara çarpar ve kendine gelmesini söyler.
Bazen bizi üzen şeyler yaşıyoruz ya hepimiz, çok üzen hatta. En çok da zamansız kayıplar üzüyor beni. Bir kaç ay önce bir arkadaşım eşini kaybetti, 2 çocuk annesi gencecik bir kadın idi. Ah dedim, nelere üzülüyoruz, ne kadar küçük şeyleri dert ediyoruz kendimize. Boşverelim, azıcık suyun akışına bırakalım öykümüzü. En azından müdahale edip değiştiremeyeceklerimizi. Sağlığımız elimizdeyken sarılıp öpüşelim, yuvarlanıp gülüşelim sevdiklerimizle. Ben bunu unutmayacağım dedim. Sevdiklerime de hep hatırlatacağım. Geçen gün tamamen başka bir nedenle tesadüfen karşıma çıktı bu konu da hatırladım. Unutmuşum yani...
Unutmayayım, dönünce bakıp hatırlayayım diye yazacağım artık. Umarım bunu da unutmam :)
Büyülü bir serüvene doğru...
Büyülü bahçemde filizlenen ve kök salan yaşamlar hakkında...
Pazartesi, Ocak 07, 2019
Perşembe, Mart 09, 2017
Bugün de 6 yaşındayız
Mart ayı, kutlu ay bizim için. Bugün de kızımın 6. yaşgünü. Ve bizler 6 yıllık iki çocuk annesi ve babasıyız artık.
Tam 6 sene önce bugün, bu saatlerde henüz doğmasına rağmen emmeden durmayan, kucakta olmazsa uyumayan bir zilli ile baş başaydım. Abisinin yavru kedi miyavlamasına benzeyen cılız ağlamasının aksine, doğar doğmaz "alayına isyan" modunda dünyayı selamladı küçük cadı.
2 yaş civarındaki çığlıkları gerçekten kulak tıkatacak kadar şiddetliydi, ki Poyraz hala çığlık atamaz. İlk gülümseyen pozunu 2 yaşında çekebilmiştim. Gerçekten çok suratsızdı, güldüğü çok nadirdi. Şimdi sürekli kıkırdıyor.
Mira bir çok konuda Poyraz'dan çok farklı olduğu için ezberimiz işe yaramadı. Hala da bizi ters köşeye yatırmaya devam ediyor.
Poyraz konuşarak ikna edilebilirdi, Mira "dediğim dedik, çaldığım düdük" takılıyor.
Poyraz hayvanlara ve bilimsel aktivitelere meraklı idi, resim yapmaktan ve yapbozlardan nefret ederdi. Mira resim yapmaya, yapboz yapmaya ve öykülere bayılıyor.
Poyraz ne kadar dağınık ise, Mira o kadar düzenli. Poyraz ne kadar umarsız ise, Mira o kadar kuralcı.
Poyraz ne kadar top oyunlarına mesafeli ise, Mira o kadar topla oynamayı seviyor, hatta futbol oynamak istiyor.
Ama birlikte yapmayı sevdikleri çok şey de var. Tek kişilik koltuğa iki popo sığdırıp çizgi film izlemek, evde saklambaç oynamak, kaykay parkına scooter ile gitmek, abileri ile kudurmak, kitap okumak...
Onları izlemeye, gelişimlerini gözlemeye, kardeşliklerine tanık olmaya bayılıyorum. Birlikte çok ama çok eğleniyorum. Öte yandan Mira'nın karakter olarak bana aşırı benzeyen bazı taraflarını görmek beni çok ürkütüyor. Belki 10 sene öncesine kadar bende varlığını sürdüren ve bence çok yıpratıcı kimi özelliklerim aynen onda da var. Aşırı sorumluluk sahibi, başarısızlığa tahammülü yok, rekabet etmeyi seviyor, aynı anda bir çok işle uğraşmak istiyor, hızlı öğrenme çabası var ve kurallara uy(a)madığında aşırı huzursuz oluyor. Zor ama törpülemeye çalışıyorum, ben ettim o etmesin, ben çektim o çekmesin diye ama ne kadar başarılı olurum hiç bilemiyorum.
Bu yıl Eylül ayında ilkokula başlayacak kızım. Artık okullu olacak. Büyüyor, neredeyse gözle görülür bir hızla. Ama 6 yılda neredeyse tek bir şey hiç değişmedi. Üzüldüğünde -ki neye üzüleceğini kestirmek neredeyse olanaksız- anında dolan gözleri. O kadar gözyaşı nerede depolanıyor, bilim insanları bile çözemedi :)
Evimizin miniği, canım kızım. Dilerim hep mutluluktan dolar gözlerin. Neşeni, hayallerini ve azmini sıkı sıkı tut, sakın bırakma. Seni çok ama çok seviyorum....
Tam 6 sene önce bugün, bu saatlerde henüz doğmasına rağmen emmeden durmayan, kucakta olmazsa uyumayan bir zilli ile baş başaydım. Abisinin yavru kedi miyavlamasına benzeyen cılız ağlamasının aksine, doğar doğmaz "alayına isyan" modunda dünyayı selamladı küçük cadı.
2 yaş civarındaki çığlıkları gerçekten kulak tıkatacak kadar şiddetliydi, ki Poyraz hala çığlık atamaz. İlk gülümseyen pozunu 2 yaşında çekebilmiştim. Gerçekten çok suratsızdı, güldüğü çok nadirdi. Şimdi sürekli kıkırdıyor.
Mira bir çok konuda Poyraz'dan çok farklı olduğu için ezberimiz işe yaramadı. Hala da bizi ters köşeye yatırmaya devam ediyor.
Poyraz konuşarak ikna edilebilirdi, Mira "dediğim dedik, çaldığım düdük" takılıyor.
Poyraz hayvanlara ve bilimsel aktivitelere meraklı idi, resim yapmaktan ve yapbozlardan nefret ederdi. Mira resim yapmaya, yapboz yapmaya ve öykülere bayılıyor.
Poyraz ne kadar dağınık ise, Mira o kadar düzenli. Poyraz ne kadar umarsız ise, Mira o kadar kuralcı.
Poyraz ne kadar top oyunlarına mesafeli ise, Mira o kadar topla oynamayı seviyor, hatta futbol oynamak istiyor.
Ama birlikte yapmayı sevdikleri çok şey de var. Tek kişilik koltuğa iki popo sığdırıp çizgi film izlemek, evde saklambaç oynamak, kaykay parkına scooter ile gitmek, abileri ile kudurmak, kitap okumak...
Onları izlemeye, gelişimlerini gözlemeye, kardeşliklerine tanık olmaya bayılıyorum. Birlikte çok ama çok eğleniyorum. Öte yandan Mira'nın karakter olarak bana aşırı benzeyen bazı taraflarını görmek beni çok ürkütüyor. Belki 10 sene öncesine kadar bende varlığını sürdüren ve bence çok yıpratıcı kimi özelliklerim aynen onda da var. Aşırı sorumluluk sahibi, başarısızlığa tahammülü yok, rekabet etmeyi seviyor, aynı anda bir çok işle uğraşmak istiyor, hızlı öğrenme çabası var ve kurallara uy(a)madığında aşırı huzursuz oluyor. Zor ama törpülemeye çalışıyorum, ben ettim o etmesin, ben çektim o çekmesin diye ama ne kadar başarılı olurum hiç bilemiyorum.
Bu yıl Eylül ayında ilkokula başlayacak kızım. Artık okullu olacak. Büyüyor, neredeyse gözle görülür bir hızla. Ama 6 yılda neredeyse tek bir şey hiç değişmedi. Üzüldüğünde -ki neye üzüleceğini kestirmek neredeyse olanaksız- anında dolan gözleri. O kadar gözyaşı nerede depolanıyor, bilim insanları bile çözemedi :)
Evimizin miniği, canım kızım. Dilerim hep mutluluktan dolar gözlerin. Neşeni, hayallerini ve azmini sıkı sıkı tut, sakın bırakma. Seni çok ama çok seviyorum....
Cumartesi, Mart 04, 2017
10 yaşındayız
Tam 10 yıl önce bugün, bu saatlerde hastane odasında güle konuşa oğlumun gelişini bekliyorduk. Akşam 9'a kadar sürecek biraz sancılı -ama ne kadar sancılı olduğunu çoktan unuttum- bir süreç olacağını bilmiyordum. Heyecanlı bekleyiş son bulduğunda ve can oğlumu kucağıma verdiklerinde gün geceye dönmüştü çoktan. Ben, Tonguç ve koynumda kedi gibi viyaklayan, emmek yerine sürekli uyumayı tercih eden oğlum, yepyeni ve bambaşka bir hayata başladık birlikte.
Evet bugün oğlum 10 yaşını bitiriyor. Ben de bugün itibaren dolu dolu 10 yıllık anne oluyorum. Tonguç 10 yıllık baba, biz 10 yıllık aile olduk. Buna dair birkaç satır karalamasam olmazdı.
Çooook şey öğrendim, belki de geçmiş 32 senede öğrendiklerimden çok daha fazlasını, çok daha gerçeğini ve çok daha insanın kafasına çiviyle yazılır gibi yazılanlarını. Unutması mümkün olmayan, mümkün olsa bile unutmak istemeyeceğim acı, tatlı anlar, anılar.
İş bir çocuğu büyütmek olsa çok daha kolay olurdu belki de. Besle, büyüsün, aklı erip, ayakları üstünde durunca da sal, gitsin yaşasın.
Ama iş bir yaşamı büyütmek olunca durum biraz farklı. Neresinden yontsam, neresine dokunsam, nasıl eşlik etsem, nasıl yüreklendirsem derken 10 yıl geçip gitti işte.
Ben mi bu 10 meselesine fazla -belki de gereksiz- önem verdim, oğlum mu büyüdü bilmiyorum ama biraz korkuyorum. Kendi 10. yaşgünüme dair hatırladığım yegane şey, kendimi çok ama çok büyümüş hissettiğimdi. Tek gerekçem de iki basamaklı rakamları artık yaş olarak telafuz edecek olmamdı. Saçımın önünü kakül şeklinde kesmiş -sanki söylesem olmaz diyecek varmış gibi- ve bu şekilde kendimi bir genç kız olarak hissetmiştim.
Poyraz'dan bu tür "radikal" hamleler beklemiyorum henüz ama "of anne, bu şekilde konuşmana gıcık oluyorum" demeler başladı. Gıcık olduğu da bininci kez hadi dememe rağmen sekteye uğrayan sürecin ardından "ya çocuklar valla çok yorgunum, rica ediyorum beni daha fazla yormayın" demem idi. Kendimi acındırmamdan nefret ediyormuş sıpa.
Neyse bu serzeniş ayrı bir ön ergen (yoksa ergen mi) yazısının konusu olsun. Ben kendi 10. annelik yaş günümü kutluyorum burada.
Poyraz'la büyürken çok hata yaptım ben. Babası da öyle. Herkesten fazla olduğunu sanmıyorum ama, tüm anneler, babalar ilk çocukta benzer şeyler yaşadı biliyorum. Kimisi çok canımızı acıttı, kimisine güldük geçtik ama Mira'nın kimi başlıklarda daha şanslı (belki de şanssız, kimbilir) olacağı bir gerçek.
Ayyy iki satır yazıda bile ne çok ikilem var değil mi?
Hah işte bu yazının özü de bu, annelik şahane bir ikilemler yumağı. Ne yapsan %100 doğru olur, çoğunlukla bilemiyorsun. Zor mu, bilmiyorum... Eskiden daha mı kolaymış, bilmiyorum. Bildiğim tek şey; ben kendi anneliğimi yaşıyor, kendi anneliğimde, oğlumdan çok şey öğreniyor, bildiklerimin bir kısmını da ona öğretiyorum. Bazen öğrettiğimden daha fazlasını öğrendiğimi zannediyorum.
Ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın ben bu geçen 10 yılda muhteşem büyüdüm, geliştim. Oğlum sayesinde bambaşka dünyaların kapılarını araladım ve aralamaya devam ediyorum.
Canım oğlum artık bensiz geçmeye karar verdiğin kapılar olacağını da kabul etmeliyim yavaş yavaş. Seninle, senin her şeyinle gerçekten gurur duyuyorum. Benim başardığım bir şey olduğunu sanmıyorum, senin vicdanın, aklın ve yüreğindeki sevgi, biraz katkı koyduğumu düşündüğüm sorgulama ile birleşince çok güzel bir şey çıktı ortaya.
Hiç vazgeçme olur mu? Hayallerinden, sorgularından, merakından ve dürüstlüğünden.
Ben sen istediğin ve talep ettiğin sürece senin eşlikçin olmaya devam edeceğim. Yolun açık ve aydınlık olsun. Seni çok ama çok seviyorum.
10. yaşgünümüz kutlu olsun.....
Evet bugün oğlum 10 yaşını bitiriyor. Ben de bugün itibaren dolu dolu 10 yıllık anne oluyorum. Tonguç 10 yıllık baba, biz 10 yıllık aile olduk. Buna dair birkaç satır karalamasam olmazdı.
Çooook şey öğrendim, belki de geçmiş 32 senede öğrendiklerimden çok daha fazlasını, çok daha gerçeğini ve çok daha insanın kafasına çiviyle yazılır gibi yazılanlarını. Unutması mümkün olmayan, mümkün olsa bile unutmak istemeyeceğim acı, tatlı anlar, anılar.
İş bir çocuğu büyütmek olsa çok daha kolay olurdu belki de. Besle, büyüsün, aklı erip, ayakları üstünde durunca da sal, gitsin yaşasın.
Ama iş bir yaşamı büyütmek olunca durum biraz farklı. Neresinden yontsam, neresine dokunsam, nasıl eşlik etsem, nasıl yüreklendirsem derken 10 yıl geçip gitti işte.
Ben mi bu 10 meselesine fazla -belki de gereksiz- önem verdim, oğlum mu büyüdü bilmiyorum ama biraz korkuyorum. Kendi 10. yaşgünüme dair hatırladığım yegane şey, kendimi çok ama çok büyümüş hissettiğimdi. Tek gerekçem de iki basamaklı rakamları artık yaş olarak telafuz edecek olmamdı. Saçımın önünü kakül şeklinde kesmiş -sanki söylesem olmaz diyecek varmış gibi- ve bu şekilde kendimi bir genç kız olarak hissetmiştim.
Poyraz'dan bu tür "radikal" hamleler beklemiyorum henüz ama "of anne, bu şekilde konuşmana gıcık oluyorum" demeler başladı. Gıcık olduğu da bininci kez hadi dememe rağmen sekteye uğrayan sürecin ardından "ya çocuklar valla çok yorgunum, rica ediyorum beni daha fazla yormayın" demem idi. Kendimi acındırmamdan nefret ediyormuş sıpa.
Neyse bu serzeniş ayrı bir ön ergen (yoksa ergen mi) yazısının konusu olsun. Ben kendi 10. annelik yaş günümü kutluyorum burada.
Poyraz'la büyürken çok hata yaptım ben. Babası da öyle. Herkesten fazla olduğunu sanmıyorum ama, tüm anneler, babalar ilk çocukta benzer şeyler yaşadı biliyorum. Kimisi çok canımızı acıttı, kimisine güldük geçtik ama Mira'nın kimi başlıklarda daha şanslı (belki de şanssız, kimbilir) olacağı bir gerçek.
Ayyy iki satır yazıda bile ne çok ikilem var değil mi?
Hah işte bu yazının özü de bu, annelik şahane bir ikilemler yumağı. Ne yapsan %100 doğru olur, çoğunlukla bilemiyorsun. Zor mu, bilmiyorum... Eskiden daha mı kolaymış, bilmiyorum. Bildiğim tek şey; ben kendi anneliğimi yaşıyor, kendi anneliğimde, oğlumdan çok şey öğreniyor, bildiklerimin bir kısmını da ona öğretiyorum. Bazen öğrettiğimden daha fazlasını öğrendiğimi zannediyorum.
Ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın ben bu geçen 10 yılda muhteşem büyüdüm, geliştim. Oğlum sayesinde bambaşka dünyaların kapılarını araladım ve aralamaya devam ediyorum.
Canım oğlum artık bensiz geçmeye karar verdiğin kapılar olacağını da kabul etmeliyim yavaş yavaş. Seninle, senin her şeyinle gerçekten gurur duyuyorum. Benim başardığım bir şey olduğunu sanmıyorum, senin vicdanın, aklın ve yüreğindeki sevgi, biraz katkı koyduğumu düşündüğüm sorgulama ile birleşince çok güzel bir şey çıktı ortaya.
Hiç vazgeçme olur mu? Hayallerinden, sorgularından, merakından ve dürüstlüğünden.
Ben sen istediğin ve talep ettiğin sürece senin eşlikçin olmaya devam edeceğim. Yolun açık ve aydınlık olsun. Seni çok ama çok seviyorum.
10. yaşgünümüz kutlu olsun.....
Salı, Ocak 10, 2017
Çalışan bir kadının ev kadınlığı ile imtihanı
2 çocukla evde 4. günüm. Kar bugün bitecekmiş. Ama zorunlu tatil bitmiyor. Yarını da tatil ilan ettiler. Gerçi arkasından gelecek vıcık vıcık çamurlu, erimiş karlı versiyonu da hiç sevmiyorum ama günlük rutinimize dönmek için en azından 1 gün daha beklememiz gerekiyor.
20 yıldır çalışıyorum. 6'şar aylık doğum izinlerimi saymazsak hiç ara vermeden. Ve bugün kesin olarak karar verdim ki, ev kadınlığı tabir edilen ev emekçiliği çok daha zormuş. Nedenini tam olarak anlayamamakla birlikte "evde iş hiç bitmiyor" diyen kadınları çok iyi anladım. Bitmiyor anacım, valla da bitmiyor, billa da bitmiyor.
Bir kere anne evdeyse, onun aslında evden çalışması gerektiğini -doğal olarak- idrak edemeyen çocuk "anneeee, krep istiyorum ama krep pastası" veya "anneee börek yapar mısın?" diye kırılamayacak tatlılıkta ama standart bir kahvaltıdan çok daha fazla vakit alacak taleplerde bulunabiliyorlar.
E tabi evde tatil modunda olan çocuk, çizgi film izleyerek uzuuuun ve keyifli bir kahvaltı yaparken, standart anne hadileri oldukça etkisiz kalabiliyor. "Ay madem tatil, bir bardak çayı daha sıcak sıcak içeyim, e üstüne de bir keyif kahvesi yapayım. Zaten canım sıkkın, bütün akşamı anayasa değişikliği teklifi oylaması denen tiyatroyu izleyerek geçirdim" diyerek bu sürece iştirak eden anne, zaten yaklaşık 2 saat ötelenmiş olan uyanma saatiyle beraber, son kahvaltı bulaşığını da makineye koyduğunda saatin öğlen olduğunu fark edebiliyor. Haydaaaa, ama ben çalışacaktım evden....
Büyük bir motivasyonla (!) işinin başına geçen anne muhtemelen 10. dakikada "anneeee portakalllı kek yapar mısın öğle yemeği için, yanında da bitki çayı" şeklinde gelen son derece masum bir talebi bir bilgisayarına, bir karda yattığı (evet yattığı) için çatır çatır öksüren çocuğuna bakarak şefkatli bir gülümseme ile beraber başını sallayarak kabul ederken, "aman canım akşam çocuklar yattıktan sonra da çalışmaya devam edebilirim" diye düşünmeye başlamıştır bile.
Çalışan bir kadınım, e bu kek, börek işlerinde çok da becerikli olmadığımı hep söylüyorum. Hadiii guugılla bakalım bir portakallı kek tarifi. Neyse ki dün portakal almıştım.
Kek pişirildiyse (kabarmadı ama kibar çocuklar, ses çıkarmadan yediler), yanına bitki çayı da yapıldıysa muhteşem bir annelik huzuru ile güne devam edebiliriz. Çocuklar tok ve mutlu, anne mutlu, e o zaman işin başına.
Dur şu işe oturmadan 3 gündür çocukların karda oynadığı giysileri makineye atayım. Bugün dışarı çıkmayız ne de olsa. Aaaa daha askıdaki çamaşırları bile kaldırmamışım dur şunları da katlayıp kaldırayım. Bak şu sıpaya, pantolonun dizini yırtmış. Dikeyim de evde giysin bari sıcak sıcak. Aaaaa ben kızın şurubunu vermiş miydim?
Şurup içerken annenin dikkatini çekmeyi başarmış olan zilli en tatlı haliyle "anneee benimle uno oynar mısın?" diye sormazsa ne ala. Benimki sordu :) Zaten beni çok az görüyormuş, okuldayken beni çok özlüyormuş. Zaten babası da burada değilmiş, onunla kim oynayacakmış. Mış mış da, muş muş.
Yorulmuştum zaten, 10 dakika bir kahve içerken şu kızla uno oynayayım. Kızın gazı alındıysa çalışmaya devam edebiliriz. Çalışmaya başlamış mıydım, onu bile unuttum. Diiit diiit diiit, hah bulaşık makinesinin yıkama bitti sesi. Gidip yerleştireyim de, akşam bulaşığı lavabonun içinde birikmesin. Akşam bulaşığı demişken, 2 gündür mercimek yiyor bu çocuklar, bu akşam ne yedirsem acaba? Kabak dolması yapsam kesin isyan ederler. Buzlukta mantı vardı, kolaydan onu haşlarım, bana yemek var ne de olsa. Oooh akşam yemeğinden yırttım derken, "anne poposunu koltuğa koydu" sensörü anında çalışan Poyraz; "kardeşimle Uno oynadın, benimle de bir şey oyna" diye yanımda bitti. Oğlum sen de oynasaydın, yok o zaman çizgi filmi bitmemişmiş. E git kardeşinle oyna, ama iki kişi ile saklambaç oynamak zevkli değilmiş. Peki, tamam....
"Yoruldum ben artık, oturacağım biraz" derken bu sefer çamaşır makinesinin sesi geldi. Kokmasınlar şimdi içinde, asayım bari. Aaaa bak banyo aynasını nasıl da kirletmiş sıpalar. İki dakikada sileyim, elim değmişken şu lavaboyu, küveti de ovayım bari. "Anneeeee ben acıktım, hava da karardı, biz ne zaman yemek yiyeceğiz?"
Akşam yemeği bitti. Çocukların önüne birer kase meyve konuldu. En sevdiğimiz çizgi filmler açıldı. Sonunda bilgisayarın başına oturdum ama hiiiiç çalışacak gücüm yok.
Uzun zamandır ihmal ettiğim bloguma yazayım bunları bari. Çalışan kadın olmak kolaymış anacım, ev kadınlığı zor zanaat.
20 yıldır çalışıyorum. 6'şar aylık doğum izinlerimi saymazsak hiç ara vermeden. Ve bugün kesin olarak karar verdim ki, ev kadınlığı tabir edilen ev emekçiliği çok daha zormuş. Nedenini tam olarak anlayamamakla birlikte "evde iş hiç bitmiyor" diyen kadınları çok iyi anladım. Bitmiyor anacım, valla da bitmiyor, billa da bitmiyor.
Bir kere anne evdeyse, onun aslında evden çalışması gerektiğini -doğal olarak- idrak edemeyen çocuk "anneeee, krep istiyorum ama krep pastası" veya "anneee börek yapar mısın?" diye kırılamayacak tatlılıkta ama standart bir kahvaltıdan çok daha fazla vakit alacak taleplerde bulunabiliyorlar.
E tabi evde tatil modunda olan çocuk, çizgi film izleyerek uzuuuun ve keyifli bir kahvaltı yaparken, standart anne hadileri oldukça etkisiz kalabiliyor. "Ay madem tatil, bir bardak çayı daha sıcak sıcak içeyim, e üstüne de bir keyif kahvesi yapayım. Zaten canım sıkkın, bütün akşamı anayasa değişikliği teklifi oylaması denen tiyatroyu izleyerek geçirdim" diyerek bu sürece iştirak eden anne, zaten yaklaşık 2 saat ötelenmiş olan uyanma saatiyle beraber, son kahvaltı bulaşığını da makineye koyduğunda saatin öğlen olduğunu fark edebiliyor. Haydaaaa, ama ben çalışacaktım evden....
Büyük bir motivasyonla (!) işinin başına geçen anne muhtemelen 10. dakikada "anneeee portakalllı kek yapar mısın öğle yemeği için, yanında da bitki çayı" şeklinde gelen son derece masum bir talebi bir bilgisayarına, bir karda yattığı (evet yattığı) için çatır çatır öksüren çocuğuna bakarak şefkatli bir gülümseme ile beraber başını sallayarak kabul ederken, "aman canım akşam çocuklar yattıktan sonra da çalışmaya devam edebilirim" diye düşünmeye başlamıştır bile.
Çalışan bir kadınım, e bu kek, börek işlerinde çok da becerikli olmadığımı hep söylüyorum. Hadiii guugılla bakalım bir portakallı kek tarifi. Neyse ki dün portakal almıştım.
Kek pişirildiyse (kabarmadı ama kibar çocuklar, ses çıkarmadan yediler), yanına bitki çayı da yapıldıysa muhteşem bir annelik huzuru ile güne devam edebiliriz. Çocuklar tok ve mutlu, anne mutlu, e o zaman işin başına.
Dur şu işe oturmadan 3 gündür çocukların karda oynadığı giysileri makineye atayım. Bugün dışarı çıkmayız ne de olsa. Aaaa daha askıdaki çamaşırları bile kaldırmamışım dur şunları da katlayıp kaldırayım. Bak şu sıpaya, pantolonun dizini yırtmış. Dikeyim de evde giysin bari sıcak sıcak. Aaaaa ben kızın şurubunu vermiş miydim?
Şurup içerken annenin dikkatini çekmeyi başarmış olan zilli en tatlı haliyle "anneee benimle uno oynar mısın?" diye sormazsa ne ala. Benimki sordu :) Zaten beni çok az görüyormuş, okuldayken beni çok özlüyormuş. Zaten babası da burada değilmiş, onunla kim oynayacakmış. Mış mış da, muş muş.
Yorulmuştum zaten, 10 dakika bir kahve içerken şu kızla uno oynayayım. Kızın gazı alındıysa çalışmaya devam edebiliriz. Çalışmaya başlamış mıydım, onu bile unuttum. Diiit diiit diiit, hah bulaşık makinesinin yıkama bitti sesi. Gidip yerleştireyim de, akşam bulaşığı lavabonun içinde birikmesin. Akşam bulaşığı demişken, 2 gündür mercimek yiyor bu çocuklar, bu akşam ne yedirsem acaba? Kabak dolması yapsam kesin isyan ederler. Buzlukta mantı vardı, kolaydan onu haşlarım, bana yemek var ne de olsa. Oooh akşam yemeğinden yırttım derken, "anne poposunu koltuğa koydu" sensörü anında çalışan Poyraz; "kardeşimle Uno oynadın, benimle de bir şey oyna" diye yanımda bitti. Oğlum sen de oynasaydın, yok o zaman çizgi filmi bitmemişmiş. E git kardeşinle oyna, ama iki kişi ile saklambaç oynamak zevkli değilmiş. Peki, tamam....
"Yoruldum ben artık, oturacağım biraz" derken bu sefer çamaşır makinesinin sesi geldi. Kokmasınlar şimdi içinde, asayım bari. Aaaa bak banyo aynasını nasıl da kirletmiş sıpalar. İki dakikada sileyim, elim değmişken şu lavaboyu, küveti de ovayım bari. "Anneeeee ben acıktım, hava da karardı, biz ne zaman yemek yiyeceğiz?"
Akşam yemeği bitti. Çocukların önüne birer kase meyve konuldu. En sevdiğimiz çizgi filmler açıldı. Sonunda bilgisayarın başına oturdum ama hiiiiç çalışacak gücüm yok.
Uzun zamandır ihmal ettiğim bloguma yazayım bunları bari. Çalışan kadın olmak kolaymış anacım, ev kadınlığı zor zanaat.
Salı, Eylül 27, 2016
Bir annenin 10 dakika içinde aklından geçenler
Poyraz'ın burnunda gene yara var, günde 3-4 kez bepanthen sürmek gerekiyor, dudağı da hala çok kuruyor kreminin sürekli yanında olduğundan emin olmakıyım. Pantolonu ıslandı bugün, onun kuruması lazım. Ayakkabıları da ıslak, yarına başka ayakkabı ayarlamak lazım. Mira'nın okulda yedeği yokmuş, onları da götürmeli. Hurçlardan kışlıkları çıkartıp bir kontrol edeyim ki, gereksiz alışveriş yapmiim çocuklara. Bu hafta sonu kızın cimnastiği var, saat 10 grubuna gideceğini söylemeliyiz. Yoksa Poyraz'ı yüzmeye götüremem. Çarşamba akşamı proje yemeği var, katılmasam olmaz. Ezgi'yi ayarlamam lazım. Sinek ilacı bitmiş, havayı soğuk bulup eve giren sivriler çocukları yemiş, yarın likit alayım. Yatak odasının teli yok ya, ordan giriyo sivriler. Bulgur da bitmiş, çocuklar seviyor. Bulgur da alayım. Ay yarın sabah Esentepe'ye gitmem lazım, bu yağmurda ne biçim trafik olur. Çocukları erken mi bıraksam, ama uyanamıyor kuzular yaa. Aaa kahvaltılarını akşamdan hazırlayayım, sabah hızlı oluruz. Tüh beee ekmek yok yaaa, ekmek yapayım. Makineye çamaşır da atayım ki, Nurten abla assın. Ayyy soğan bitti demişti, tüh soğan unuttum. İrem'e sorayım bari. Hafta sonu pazar gidelim Hasan'larla makerhane'ye, cumartesi ebeveyn okulu başlıyor çünkü. Dur Bilgen'i ariim.
"Anneee uno oynayalım mı?
Anneeee ben bunu anlamadım?
Anneeee kitap da okuyacağız di mi? Annneeee benim sütüme keçiboynuzu tozu koyar mısın?
Anneee sütün yanında ceviz istiyorum ben de?
Anneee...."
Eksik olmayın e mi, zihnimi diri tutan can parçaları...
Cuma, Eylül 02, 2016
Affet beni canım oğlum...
Bu yazım önce oğluma, sonra da çocuğu ilkokula başlayacak ebeveynlere...
Canım oğlum...
Bu sabah, Facebook'un tarihte bugün uygulaması sayesinde yukarıdaki resmini gördüm. 3 yıl önce sen 6,5 yaşında ilkokul birinci sınıfa başlamadan önce yaptığımız kıyafet alışverişinde çekmişim. Ne kadar küçük, ne kadar masummuşsun. Dikkatle bakınca farkettim de, kollarındaki, bileklerindeki boğumlar bile duruyor.
Canım oğlum, özür dilerim. Ben o zaman aslında ne kadar küçük olduğunu hiç farkedememişim. Senin de aslında ne kadar endişeli olabileceğini, tüm bu yaşadıklarının senin için ne kadar yeni olabileceğini hiç düşünememişim. Şimdi düşünüyorum da seninle yaşadıklarımızı, seni yazı yazman, ödevlerini yapman ve okuman için nasıl "zorladığımı". Ve senin ne kadar zorlandığını, ne kadar yorulduğunu ve isyan ettiğini. Ağlamıştı bile "bu 'e' harfi çok zor" diyerek. Sana bağırdığımı hatırladıkça yüreğim sızlıyor.
Canım oğlum, gerçekten çok üzgünüm. Ancak şimdi bu resime bakınca anladım ne kadar hatalı davrandığımı. Oysa o kadar kararlı idim, okul yüzünden seni üzmemeye. Seni, senin hızında desteklemeye. Büyüdün sandım, sen ilkokula başlayınca hemen kurallara uymaya, ödev yapmaya, masada sakince oturmaya başlayacaksın sandım. Ben de sana "destek" olursam, hemen güzel yazmaya ve hızlı okumaya başlarsın sandım. Tüm bunların senin için ne kadar sancılı olabileceğini düşünemedim. Yalnızdım o zaman da, sanırım biraz fazlaca yoruldum, yıprandım. Sendeki o muhteşem pırıltıyı, o harika enerjiyi ve neşeli zekayı göremedim.
Canım oğlum, affet beni. Ben de anne olmayı seninle öğreniyorum. Sen birinci sınıf çocuğu olduğunda, ben de birinci sınıf annesi olmayı öğrendim. Hatalarım bundandır. İnsan öğrenirken hatalar yapabilir. Bundan sonra da muhtemelen bolca hata yapacağım çünkü ben mesela hiç 4. sınıf annesi olmadım, hiç ergen annesi olmadım, hiç bilim insanı annesi olmadım :)
Ama sana söz veriyorum, hatalarıma devam etsem bile seninle senin hızında ve senin yolunda yürüyeceğim.Senin içindeki ışığı hep bulacağım ve koruyacağım.
Oğulcum, asla ama asla benim istediğim gibi bir insan olmaya çalışma. Benim yap(a)madıklarımı yapmaya, benim ukdelerimi hayata geçirmeye, beni mutlu etmeye çalışma. Ben senin yapmaktan mutlu olduğun şeyleri yaptığını görmek istiyorum. Senin yanındaki varlığımın tek amacı, seni bu yolda desteklemek.
Seni çok seviyorum....
Annen
Canım oğlum...
Bu sabah, Facebook'un tarihte bugün uygulaması sayesinde yukarıdaki resmini gördüm. 3 yıl önce sen 6,5 yaşında ilkokul birinci sınıfa başlamadan önce yaptığımız kıyafet alışverişinde çekmişim. Ne kadar küçük, ne kadar masummuşsun. Dikkatle bakınca farkettim de, kollarındaki, bileklerindeki boğumlar bile duruyor.
Canım oğlum, özür dilerim. Ben o zaman aslında ne kadar küçük olduğunu hiç farkedememişim. Senin de aslında ne kadar endişeli olabileceğini, tüm bu yaşadıklarının senin için ne kadar yeni olabileceğini hiç düşünememişim. Şimdi düşünüyorum da seninle yaşadıklarımızı, seni yazı yazman, ödevlerini yapman ve okuman için nasıl "zorladığımı". Ve senin ne kadar zorlandığını, ne kadar yorulduğunu ve isyan ettiğini. Ağlamıştı bile "bu 'e' harfi çok zor" diyerek. Sana bağırdığımı hatırladıkça yüreğim sızlıyor.
Canım oğlum, gerçekten çok üzgünüm. Ancak şimdi bu resime bakınca anladım ne kadar hatalı davrandığımı. Oysa o kadar kararlı idim, okul yüzünden seni üzmemeye. Seni, senin hızında desteklemeye. Büyüdün sandım, sen ilkokula başlayınca hemen kurallara uymaya, ödev yapmaya, masada sakince oturmaya başlayacaksın sandım. Ben de sana "destek" olursam, hemen güzel yazmaya ve hızlı okumaya başlarsın sandım. Tüm bunların senin için ne kadar sancılı olabileceğini düşünemedim. Yalnızdım o zaman da, sanırım biraz fazlaca yoruldum, yıprandım. Sendeki o muhteşem pırıltıyı, o harika enerjiyi ve neşeli zekayı göremedim.
Canım oğlum, affet beni. Ben de anne olmayı seninle öğreniyorum. Sen birinci sınıf çocuğu olduğunda, ben de birinci sınıf annesi olmayı öğrendim. Hatalarım bundandır. İnsan öğrenirken hatalar yapabilir. Bundan sonra da muhtemelen bolca hata yapacağım çünkü ben mesela hiç 4. sınıf annesi olmadım, hiç ergen annesi olmadım, hiç bilim insanı annesi olmadım :)
Ama sana söz veriyorum, hatalarıma devam etsem bile seninle senin hızında ve senin yolunda yürüyeceğim.Senin içindeki ışığı hep bulacağım ve koruyacağım.
Oğulcum, asla ama asla benim istediğim gibi bir insan olmaya çalışma. Benim yap(a)madıklarımı yapmaya, benim ukdelerimi hayata geçirmeye, beni mutlu etmeye çalışma. Ben senin yapmaktan mutlu olduğun şeyleri yaptığını görmek istiyorum. Senin yanındaki varlığımın tek amacı, seni bu yolda desteklemek.
Seni çok seviyorum....
Annen
Perşembe, Haziran 23, 2016
Eğitim çıkmazı, kariyer planları ve sağlama alınmış gelecekler
Dünyalı Dergi blogu için 27 Nisan 2015 tarihinde yazdığım yazıdır. Yazının orijinal haline buradan ulaşabilirsiniz.
“Çocuğumu ideallerinden vazgeçirmeye çalışıyorum.”
Bu cümleyi yakın bir arkadaşım TEOG sınavlarına hazırlanan kızı için kurdu. Ciddi bir vicdan azabı çektiğini de biliyorum. Kızı resim alanında uzmanlaşmak istiyor. Arkadaşım ise (itiraf etmeseler bile birçok ebeveyn gibi) basitçe belli bir ekonomik rahatlığı elde edebilmesinin tek yolu olarak “bir başka” meslek seçmesi gerektiğini düşünüyor.Resmin kızı için her zaman bir hobi olabileceğini, çeşitli şekillerde (kurs vs.) bunu destekleyeceğini, “bir başka” para kazandıran meslek sahibi olduğunda, dilerse resim konusunda çalışmaya devam etmesinin mümkün olacağını iddia ediyor.
Onu hiç yargılamıyorum. Bu düzende resim konusunda uzmanlaşarak belli bir ekonomik seviyeyi aşmak pek mümkün değil. Mümkün kılan az sayıda örnek olabilir ama bu genellemeyi bozmaz. Peki ya resim konusunda uzmanlaşmak isteyen kızı, 8-10 sene sonra bir üniversiteden doktor, öğretmen, mühendis…vs gibi genel kabul görmüş mesleklerden birinin diplomasıyla mezun olursa ne olacak? Buna yanıt vermek gerçekten çok güç.
Birincisi, ülkenin gidişatı o kadar belirsiz ki, eğitim sisteminin sekiz yılı bırakın, sekiz ay sonra geleceği noktayı kestirmek bile mümkün değil. Yani şans eseri (kesinlikle başarı eseri değil) TEOG sınavı sonucu tercih ettiği okulların birine yerleştirilse bile, istediği bir üniversitede okuyup okuyamayacağı muamma.
İkincisi, kız için resim konusu gerçekten şu anda içinde bulunduğu sıkıcı sınav yılından bir kaçış başlığı olabilir ve aslında iki yıl sonra bambaşka ilgi alanları ortaya çıkabilir. Sonuçta kimliğimizin şekillendiği, yaşama bakışımızın hergün değiştiği yıllar değil miydi o yıllar?
Üçüncü olasılık, resim arzusunu aklının derinliklerine gömen veya en iyi ihtimalle resimle hobi seviyesinde ilgilenmeye devam eden kızı, en az dört yıl emek verdiği, gece gündüz ders çalıştığı bölümü sever veya sevdiğine inanmaya başlar. Mezun olunca da asgari ücretten az hallice bir ücretle, büyük görkemli plazalardan birinde işverenine hizmet etmeye başlar. Mobbing, fazla mesai, zamsız geçen yıllar bu işin fıtratında vardır ama o en azından her öğlen şık kıyafetleriyle bir kahveci zincirinden karton bardakta kahve alabilir durumda olur. Bu iyi ihtimal, gerçekten… Yıllarca atanamayan bir öğretmen veya 48 saatlik çalışma dilimlerine rağmen hasta yakınlarından yediği dayakla gündeme gelen bir doktor da olabilir. Örnekleri sonsuza kadar uzatabilirim.
Dördüncü olasılık -ki bu en düşük olasılık inanın bana- lise yıllarında şekillenen ilgi alanında bir burs alır, şahane bir üniversiteye gitmeyi başarır. Üstüne bir de popüler başlıklardan birinde yüksek lisans yapar. Sonra da oralarda aldığı eğitimin kalitesiyle değil (kaliteli olmadığını söylemiyorum, kaliteli de olabilir ama bir önemi yok), özgeçmişinde yazan okul isimleriyle ve bu süreçte katıldığı sosyal sorumluluk projeleriyle ya yurtdışından kabul alır ve gerçekten istediği meslekte ilerler, ya da yine bir işverene biraz daha yüksek bir ücretle hizmet etmeye başlar.
Özgür Mümcu yazmıştı bir köşe yazısında. Ancak tutkulu olanlar başarılı ve mutlu oluyorlarmış işlerinde. Yani yaptığı işi tutkuyla sevenler. Çok kazananlar değil, dikkatinizi çekerim.
Geçenlerde sosyal medyada bir anne yazmıştı. Çocuğu için görüştüğü ilkokulların (lise değil, ilkokul) idarecilerinin (hiçbiri eğitimci değil) okullarını pazarlamak için amaçlarının “lider özellikli, özgüveni yüksek, kariyer hedefi olan çocuklar yetiştirmek” olduğunu söylüyorlarmış. Birçok ebeveynin bu cümlelere tav olduğunu gayet iyi biliyorum. Hiçbiri mutlu çocuk yetiştirmekten bahsetmiyor. Mutluluğun “sağlama alınmış” bir gelecekten geçtiğini düşünüyor da olabilirler.
Sağlama alınmış gelecek nedir biliyor musunuz? Ebeveynleri tarafından uygun görülmüş bir alanda, binbir ekonomik zorlukla iyi bir mezuniyet derecesi elde edip, sonra 3 değil de 5 kazanabilmek değildir. Sağlama alınmış gelecek, geleceğini 14 yaşında iken dert etmek zorunda kalmamaktır. Sağlama alınmış gelecek ebeveynlerinin çocuklarını ideallerinden vazgeçirmeye değil, desteklemeye çalışmasıdır.
Ben de şahsen ailem tarafından geleceği “sağlama alınmış” bir beyaz yakalıyım. Lisedeyken bambaşka alanları meslek olarak seçmek istememe rağmen, ailemin ve öğretmenlerimin baskısı (yönlendirme de diyebiliriz) ile iyi bir üniversitenin güzel bir bölümüne girdim. Şansım yaver gitti gerçekten güzel işler yapabildim. Ama hem okul hayatımda, hem de mezun olduktan sonra, her gün ama her gün gönlümde yatan aslana içim burkularak baktım. Olmadı, olamadı, olamazdı da… Hayatın zorunlulukları kimi şeyleri hobi olarak bile sürdürmenize bile izin vermiyor ne yazık ki.
Son zamanlarda sıkça Finlandiya’daki eğitim sistemi ile ilgili yazılar paylaşılıyor. Ne kadar özgür ve özgün bir eğitim sistemi olduğundan, sınıf, sıra, ödev kavramlarının olmadığından, çocukların hayatın içinde birşeyler öğrenmesine olanak verildiğinden filan. Şahane şeyler. Ben de benzer bir örneği okyanus ötesindeki küçücük ve yalnız bir adadan duymuştum. 6 yıl kadar önce Küba’dan gelen La Colmenita isimli çocuk müzikal topluluğunun 14 yaşındaki bir üyesini bir hafta kadar evimizde misafir etme şansımız oldu. Sohbet esnasında, klasik bir Türk ebeveyni olarak “büyüyünce ne olmak istediğini” sorduk tabi. Futbol aşığı idi ve küçüklüğünden beri müzikle ilgileniyordu. Bunlardan birini seçeceğini düşünüyorduk, ama o bizi fena halde yanılttı. Biyoloji konusunda uzmanlaşacağını (dikkat edin uzmanlaşmak istediğini değil, uzmanlaşacağını), biyomedikalle ilgilendiğini, bir alternatif olarak da okyanus canlılarının biyolojik çeşitliliği üzerine çalışacağını söyledi. Sağlama alınmış gelecek budur işte. Özgüven ve kariyer hedefi böyle verilir bir çocuğa. Bir çocuğa yetenekli ve ilgili olduğu alanlarda eğitim alma imkanı (şansı değil, eğitim almak şans işi olamaz) sağlanırsa ve aynı zamanda müzikle, sanatla, sporla ilgilenme olanağı da verilirse o zaman 14 yaşında böyle özgür hayaller kurabilirsin işte.
Karanlık bir tablo çizdim, şimdilik ben çocuklarımın ideallerini desteklemeyi tercih eden taraftayım. Bu kararı vereceğim zaman geldiğinde fikrim değişir mi bilemiyorum. Bunu engellemek, çocuklarımın daha büyük ideallerin peşinden koşmasını da engeller gibi geliyor bana. Oysa benim bile çok büyük ideallerim var daha henüz gerçekleştiremediğim. Olsun, bunlar ayakta tutuyor beni, bunlar yaşama direnci veriyor.
Peki ya siz? Siz ne diyorsunuz? Çocuklarınızı ideallerinden vazgeçirmeye çalışacak mısınız? Yoksa çocuklarınızla yepyeni, çok daha büyük ideallerin peşinden koşacak mısınız?
Basit bir ebeveynlik testi: 30 yıl sonra çocuğunuz nasıl yaşıyor olsun?
Dünyalı Dergi blogu için 18 Mayıs 2015 tarihinde yazdığım yazıdır. Yazının orijinal haline buradan ulaşabilirsiniz.
Arkadaşlarım sağ olsunlar, yazı konusu olabilecek pek çok muhabbet geçiyor aramızda. Hatırlarsanız, geçen yazımda çocuklarınızı hayallerinden vazgeçirmeye çalışanlardan olup olmadığınızı sorgulamış, çubuğu biraz çocuklarınızın hayallerine bükmüştüm. Yazıdan sonra konuştuğum çok yakın bir dostum bana aynen şunu söyledi: “Bizim çocuklar şanslı bu konuda. Çok acayip bir şey olmadıkça arkalarında dururuz diye düşünüyorum. Benim korkum ne biliyor musunuz? Çocuklarımızı vazgeçirmek için çabalayabileceğimiz bir ideallerinin bile olmaması ihtimali…”
Korkutucu bir ihtimal, en azından benim için. Ben de ona “Peki, ya senin bir idealin var mı?” diye sordum. Bu yazıyla da hepinize soruyor olacağım izninizle.
“Haydaaa, yok artık!“ demeden tek bir gün geçiremediğimiz, tek bir satır gazete okuyamadığımız, tek bir haber izleyemediğimiz bir süreçteyiz. İşin kötüsü alıştık. Tüh, tüh deyip kanal değiştiriyor, lanet okuyup, sayfa çeviriyoruz.
Geçenlerde bir başka arkadaşım bir sosyal paylaşım ortamında Deniz Gezmiş’in resmini paylaşıp, 25 yaşında olduğunu ve bu hayatta hiçbir şey yapmadığı için duyduğu mutsuzluğu dile getirmiş ve “politikayla uğraşan ölür” mantığıyla yetiştirildiği için hayalleri için savaşmaktan çoktan uzaklaştığını itiraf etmiş. Ne acı…
İdeallerden yola çıkıp buraya nasıl geldik diyeceksiniz. Az daha sabredip okumaya devam edin lütfen.
Bugün yaşadığımız düzende –ki bu çok uzun yıllardır bilinçli olarak uygulanan bir politika- insanlık, hayalleri bile olmayan varlıklara dönüştürülmek isteniyor. Köy Enstitüleri’nin kapatılma sebebi neydi sanıyorsunuz? Orada insanlar paylaşmayı, üretmeyi, daha iyiye, daha güzele ulaşmak için çaba harcamayı öğreniyorlardı da ondan. Siz bunun adına ne derseniz deyin.
Şimdi böylesi bir çarkın içindesiniz, bunu kabul edin önce. İster parlak aynalı camlı devasa plazalarda çalışan, bırakın toprağı, ayağı asfalta bile değmeyen beyaz yakalılardan olun, ister bir tekstil atölyesinde günde 12 saat çalışan bir emekçi… Hepimiz aynı girdabın içindeyiz. Bu bahsettiğim iki tipolojiyi birbirinden ancak şu ayırabilir: Günde 12 saat çalışan tekstil emekçisi evine götüreceği tek bir lokmadan öte hayal bile kuramazken, steril yaşantısını koruma sevdasındaki beyaz yakalı halinden memnun rolünü oynamaya ikna edilmiştir.
Oysa hepimiz için amaçlanan aynı. Hayal kurma! Hayalleri olan insanlar, onları gerçekleştirmek için istek duyabilirler ve eğer çevrelerini saran kâğıttan duvarda minik bir yırtık bulurlarsa tamamen kontrolden çıkabilirler.Kâğıttan duvar diye özellikle yazdım, gerçekten öyle. Sizde kendinizi Truman Show’da gibi hissetmiyor musunuz sıklıkla? Seyretmeyen varsa mutlaka seyredin bu filmi, eminim ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Geçenlerde beni tablete bir oyun yüklemem konusunda ikna etmek isteyen oğlum, benim “Ama bu oyunun sakıncalı olduğu söyleniyor, yasaklanabilirmiş,” tezimi, “Anne yasaklamak istemeleri çok normal. Çünkü bu oyun hayal gücümüzü geliştiriyor. Hayal gücü gelişkinlerle baş etmek zordur,” diyerek çürütmüştü. Sonuçta oyunu yükledim.
Çocuklarımızın idealleri olursa onları destekleyeceğiz, sanırım bu konuda birçoğunuzla anlaştık. Peki ya arkadaşımın sorduğu gibi, çocuklarımızın destekleyebileceğimiz bir idealleri olmazsa?
Hani hep diyorlar ya, siz kitap okumazsanız, çocuğunuz da okumaz. Siz spor yapmazsanız, çocuğunuz da yapmaz. Aynı şekilde, sizin bir idealiniz, uğrunda emek harcadığınız bir şey yoksa, çocuğunuzun da olmaz, olmayacaktır. Hayatı boyunca, sürekli iş yerinden şikâyet eden, seyrettiği haberden sonra sinirlenip küfürler yağdıran, kendine zaman ayıramamaktan rahatsız olan yine de kılını bile kıpırdatmayan ebeveynler gören çocuk, bu kabulle büyüyecek ve kendisi de ilerde rahatsızlık duyduğu bir konuda “Bundan rahatsızlık duymam normal ama bununla yaşamak zorundayım,” diyecektir.
Oysa içinde bulunduğu değiştirme cesaretini gösterenler, çocuklarına da bu konuda örnek olacak ve çocuklarına bambaşka, yepyeni hayaller kurmanın kapılarını aralayacaktır.
Çok mu sanal şeylerden bahsediyorum? Aslında hayır, örnekleyelim biraz. Birkaç ay önce Dünyalı Dergi’nin lokomotifi Yıldıray-Banu çiftiyle bir röportaj yapmıştım. Aldıkları eğitim onlara bambaşka şeyler dayatmasına rağmen, ortak ideallerine adım adım nasıl da yürüdüklerini konuşmuştuk. Sanıyor musunuz ki “Bir Dolap Kitap” bloğunu para veya prestij kazanmak için, ya da sadece kendi okuyup beğendikleri kitaplardan bahsetmek için açtılar? Hayır, idealleri çocuklara aydınlık geleceğe dair hayaller kurmalarına olanak sağlayan kitaplardan bahsetmekti. Dünyalı Dergi de yine ideallerine ulaşmaya çalışırken fark ettikleri bir eksiklikten doğdu. Bitti mi peki, ideallerine ulaştılar mı? Sanmıyorum ve umarım henüz ulaşmamışlardır.
İdeal deyince insanlar biraz ürküyor. Oysa gezi direnişi esnasında bir gece ansızın Kabataş’taki o merdivenleri rengârenk boyamak da bir idealdi. Hatırlıyor musunuz nasıl korktuklarını ve tekrar griye boyadıklarını?
Esra var mesela; Türkiye’nin her yerinde kitap okuyan çocuklar olsun, hepsinin kütüphanesi olsun diye uğraşan. Ne zamanı, ne de parası bol. Gayet iyi biliyorum, o da sadece “Çocuğum için istediğim geleceğe, tüm çocuklar sahip olmalı,”diyenlerden.
Köy köy, kasaba kasaba gezip kadınlara okuma yazma öğretenlere ne demeli? Kadınlara bambaşka dünyaların kapılarını araladıkları için teşekkür bile edilmediklerine emin olun.
Birkaç ay önce ormanlarla ilgili bir sayısı vardı Dünyalı Dergi’nin. Ailece oradan öğrendik, Brezilya’nın yağmur ormanlarının hayvancılık, Uzak Doğu’nun yağmur ormanlarının palm yağı için yok edilidiğini ve Borneo’da her saat başı 180 futbol sahası büyüklüğünde yağmur ormanına kıyıldığını. Oralar dünyanın öteki ucu diye düşünüp unutmuş olabilirsiniz belki ama çok benzer bir süreci biz de yaşıyoruz Kuzey Ormanları için. Anlatın bunu çocuklarınıza. Yırca’da kesilen 6000 zeytin ağacını anlatın mesela. Merak etmeyin, kesinlikle anlayacaklardır. Birlikte okuyun, araştırın. Mesela ben Dünyalı Dergi’inin her ay verdiği ağaç kartlarını biriktiriyor ve doğaya çıktığımızda, ağaç bulmaca oynatıyorum. Tanısın ağaçları çocuklarımız.
Yerel tohumların yaşaması ve sürekliliği için Tohum Takas günleri düzenleyen bir grup var. Öyle zor bir iş yapıyorlar ki tahmin bile edemezsiniz. Ama yapıyorlar, idealleri bu. Ata-dede tohumun yaşaması, yerel üretimin sürmesi.
Bazı idealleri hemen gerçekleştirebilirsin. Söyleyecek sözüm, iletecek derdim var diyorsan internette bir sayfa açıp yazmaya başlarsın. Kimsesiz bir çocuğa koruyucu aile olursun. Sırt çantanı alıp hiç bilmediğin ülkeler görmek için yola çıkarsın. Veya ülkenin dört bir yanında ağızdan ağıza aktarılan masalları derleyip, gelecek kuşaklara aktarmak isteyebilirsin…
Ha baktın ideallerin çok büyük. Kendi başına ya altından kalkamıyorsun, ya da korkuyorsun altına girmeye. O zaman da seninle benzer ideallere sahip insanlarla beraber olmanın yollarını bulacaksın. Başka şansımız yok. Karıncalarla ilgili bir video vardı internette dolaşan, umarım bulup izleyebilirsiniz. Karıncalar kendi başlarına aşamayacakları zorluklarda, mesela bir dereyi geçerken birbirlerine sıkıca tutunup bir sal haline geliyorlar ve suyun içinde kalan karıncalar oluşturdukları hava baloncuğundaki oksijen bitince üste çıkıyor ve o zamana kadar üstte olan biri suyun altına giriyor. Böylece hiç kayıp vermeden koca bir koloni dereyi geçebiliyor. Ya da bir çukuru aşmaları gerektiğinde birbirlerine sıkı sıkı tutunarak nasıl bir köprü oluşturduklarını ve koca koloniyi bu köprüyü kullanarak karşıya taşıdıklarını görünce, “E ama ben tek başıma ne yapabilirim ki?” dediğiniz için biraz utanacaksınız.
Basit bir test yapalım. Çocuğunuzun 30 sene sonra sizin şu anda yaşadığınızla aynı koşullarda (ki eğer değiştiremezsek muhtemelen çok daha kötü olacak) yaşamasını ister misiniz? Cevabınız evet ise, yazıyı okumanıza gerek yoktu, sizi yorduğum için üzgünüm. Ya da en azından siz ideallerini hali hazırda gerçekleştirebilmiş olanlardan olabilirsiniz, sevinin. Ama mutsuz bir iş hayatı, umutsuz bir gelecek, sevgisiz bir evlilik, ekonomik problemler veya benzeri yaşam koşullarını yaşayanların buna evet diyeceğini sanmıyorum.
Öyleyse silkelenip ayağa kalkmanın ve idealiniz her ne ise harekete geçmenin tam zamanıdır. Çocuklarımız için….
Dünyalılaştıramadıklarımızdan mısınız?
Dünyalı Dergi blogu için 18 Haziran 2015 tarihinde yazdığım yazıdır. Yazının orijinal haline buradan ulaşabilirsiniz.
“Nerelisin?” sorusu bende oldum olası gerginlik yaratmıştır. Hemen her seferinde birkaç saniye duraklayıp, nereli olduğumu düşünüyorum. Sonra da buna yanıt vermenin en azından benim için çok zor olduğunu söyleyip, gerçekten açıklamak istiyorsam uzun bir sohbete giriyor, açıklama ihtiyacı duymuyorsam, “Dünyalıyım,” deyip geçiyorum.
Bu soruyu yanıtlarken çok zorluk çekiyor olmamın sebebi, sadece yurtdışında doğmuş olmam, anne ve babamın başka başka illerde doğmuş olması ve onların anne ve babalarının da başka başka ülkelerden göç etmiş olması değil. Bunlar da etken tabii, açıklamayı epeyce zorlaştırıyor. Ancak asıl sebep, ben kendimi “bir yerli” hissetmiyorum. Hiçbir zaman da hissetmedim, çok da anlamlı gelmedi.
Aslında benim aidiyet konusunda başka “sıkıntılarım” da var. Mesela takım da tutmuyorum, tutamıyorum. Mezun olduğum lise ve üniversite, hatırı sayılır kurumlar olmasına rağmen “Şu okulluyum,” filan diyemiyorum. Dememek için özel bir çaba harcamıyorum, aklıma gelmiyor sadece. Diyebileni de yadırgamıyorum aslında.
“Amma da kendinden bahsettin,” diyeceksiniz, haklısınız. Asıl mevzuya gelemedim. Diyeceğim o ki, nereli, hangi takımlı, hangi okullu olduğumuz eğer bizi diğer insanlardan ayırmayacak, bilinçli veya bilinçsiz bir üstünlük yaratmayacaksa sorun yok. Hayatın renklerini kullanmak lazım. Ancak neye inandığımız, hangi ırktan olduğumuz, nerede doğduğumuz, hangi okulu bitirdiğimiz gibi çoğu aslında bizim karar vermediğimiz parametreler, bir süre sonra ayrımcılığa, eziciliğe, ötekileştirmeye, kavgalara hatta savaşlara neden oluyorsa buna bir dur demek ihtiyacı hissediyorum.
Ben diyorum ki en azından zemine bir “dünyalılık” halısı serelim.
Baktık çatışma ortamı var, siyahı, beyazı, Asyalısı, Avrupalısı, şu takımlısı, bu takımlısı, okullusu, okulsuzu, atalım bu şapkaları ve oturalım “Dünyalı” halısının üstüne. Olmaz mı? Olur! Bal gibi de olur!
Çocuklarımızdan başlayalım. Onlar zaten pür dünyalı olarak dünyaya gelmiyorlar mı? Sonradan geliyor tüm bu etiketler, kimini biz takıyoruz, kimi sonradan kendi tercihi ile geliyor. Ama çocuklarınıza aslında “Dünyalı” olduklarını unutmayacakları bir bilinç aşılayabiliriz.
Nasıl yaparız bunu? Elbette bu duruma birlikte kafa yorarak. Zenginleştirelim bu yazıyı, hep birlikte. Ben kendi fikirlerimi yazayım, sizler de yorum ve katkılarınızı bize iletin olur mu?
Bence yapabileceğimiz ilk ve en önemli şey, çocuklarımıza kitap okumayı sevdirmek olacaktır. Orhan Kemal’in “Murtaza”isimli romanında Yunanistan Göçmeni Bekçi Murtaza’yı Adana’da bir fabrikada görsünler mesela. Ya da Rıfat Ilgaz’ın“Hababam Sınıfı”nı okuyup çeşit çeşit insanın harika dostluğuna tanık olsunlar. Valeri Suslov’un “En Güçlü Kim?”kitabını okutun, kim güçlüymüş kendileri keşfetsinler. Her kitapta yeni yaşamlar, yeni dünyalar bulacakları kesin. Kitap okumakla da kalmayın, süreli yayın takip edin çocuklarınızla… Sürekliliği, bir yazar takip etmeyi, biriktirmeyi öğrensin çocuklarınız. Misal Dünyalı dergiyi okutun çocuklarınıza.
Sonra film izleyin çocuklarınızla. Ama öyle yalancı pembe düşler sunan filmleri değil, Avrupa sinemasını izleyin örneğin. Çocuk filmleri festivallerini takip edin. Muhteşem filmleri olan İran sinemasından haberiniz var mı mesela? Ağlatır ama oraların yaşam koşullarını, tarihini, insanlarını ancak böyle gösterebilirsiniz çocuklara. Neşeli Bollywood filmleri de çocuklarınızı hem eğlendirecek, hem de Hindistan diye çok farklı bir kültüre sahip olan bir ülkeden haberdar edecektir. Miyazaki çizgi filmleri de izleyebilirsiniz beraber, sizin de çok keyif alacağınızdan eminim.
Çok gezen mi bilir çok okuyan mı bilir? Epey eski tartışmadır. Ama biz her ikisini de yapmak isteyenleriz derseniz çocuklarınızla gezebilirsiniz. Öyle dünya turundan filan bahsetmiyorum. Keşke mümkün olsa da tüm çocuklar dünyanın farklı kültürlerini deneyimleyerek öğrenseler, farklı coğrafyaları kendi gözleriyle görseler. Ama en azından şehir içinde ve mümkün oldukça yurt içinde gezilere çıkabilirsiniz. Gezileri her seferinde belirlenmiş rotalarla değil de, biraz da serbest formatta yapmanızı önerebilirim. Trene atlayıp başka şehirlere gitmek, orada yerel halkla kaynaşmak, mümkünse onların evinde kalmak, onların sofrasında yemek inanılmaz deneyimler katacaktır çocuklara. Dünyanın en büyük, en kozmopolit şehirlerinden birinde, İstanbul’da yaşayanlar için de bir önerim var. Tabii bunu her şehirde yapabilirsiniz ama İstanbul’un çeşitliğinin hepimizi Dünyalılığa biraz daha fazla yaklaştıracağı kesin. Örneğin her hafta sonu İstanbul’un bir ilçesine gidip gezmek, oranın bir özelliğini keşfetmek, sokaklarında dolaşmak, gördüğünüz insanlar hakkında konuşmak oldukça geliştirici olabilir. Özellikle çocukların farklı ve yaratıcı yorumlarını duymak için bile dolaşabilirim ben.
Son olarak da bir oyun önerim var, bizim pek keyifle oynadığımız. Kocaman bir dünya haritası alıp yere yayın. Bir çorabın içine pirinç doldurup, zıplamayan bir top yapın. Sonra sırayla herkes, gözünü kapatıp, haritaya atsın topu. Topun haritada düştüğü yeri beraberce irdeleyin. Nasıl bir ülke, hangi hayvanlar yaşıyor, insanları nasıl yaşar, çocuklar hangi oyunları oynar, özel bir dansları var mı, tarihte önemli bir şeyler olmuş mu, bitki örtüsü nasıl? Biliyorsanız siz anlatın, hatta azıcık teatral bir hale getirirseniz anlatımınızı çocukların hayranlıkla sizi izleyeceğinin garantisini verebilirim. Bilmiyorsanız beraberce araştırın. Resimler ve videolar bulup inceleyin. Minik minik resimler yapıp oraya yapıştırabilirsiniz de. Çocukların görsel algısı çok güçlüdür. Bu oyunun onları nasıl besleyeceğine inanamazsınız.
Benim aklıma gelenler bu kadar. Kendini hiçbir yere ait değil de tüm dünyaya ait, dünyanın tüm halklarından hisseden bendeniz, sizlerin ilavelerini ve yorumlarını çok merak ediyorum.
Ne dersiniz, bu önerilerle çocuklar biraz daha dünyalı oldu mu? Peki siz? Dünyalı olmaya var mısınız?
Bu Dünyaya Niye Çocuk Gerek?
Dünyalı Dergi blogu için 30 Temmuz 2015 tarihinde yazdığım yazıdır. Yazının orijinal hali için buraya bakabilirsiniz.
Uzun bir ara oldu, en son 18 Haziran’da yayınlanmış yazım. Yazamadım, gerekçesi malumunuz. Dünyalı Dergi bloğuna yakışır olumlulukta satırlar çıkmadı kalemimden. Neyse bu konuyu hızlıca es geçeceğim ve şimdi olabildiğince pozitif olmaya gayret edeceğim.
2013 yılında yapılan bir araştırmaya göre Türkiye, dünyaya gelmek için en iyi ülkeler sıralamasında 51. sırada yer almış. Ülkeler; coğrafi faktörler ve zaman içinde çok yavaş değişen demografi, sosyal ve kültürel karakteristiklerin de sabit olarak tutulduğu araştırmada, zenginlik, suç oranı, kamu kurumlarına güven gibi göstergelere göre sıralanmış. Birinci sırada ise İsviçre yer almış.
Şimdi bu bilgiyi neden verdiğimi merak edebilirsiniz. İçinizi biraz daha karartmak değil amacım. Araştırmanın yayınlandığı tarihten bu yana geçen 2 yıl içinde büyük olasılıkla sıralamada çok daha aşağılara düşmüş de olabiliriz. Bu durumda böyle bir dünyaya çocuk getirmeli miyiz? Sorum bu.
Son yıllarda özellikle eğitimli, beyaz yakalı 25-40 yaş arası kesimde sıklıkla duyduğum bir cümle şu: “Böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyorum.”
Kesinlikle anlaşılabilir gerekçeleri var. Ortam çok kötü, dünya gittikçe yaşanmaz bir hal alıyor. Sadece Türkiye değil tüm dünyada yaşanacak bir yer yok. Eğitim kötü, sağlık kötü, besinlerin genetiği ile oynanmış, buzullar eriyor, gericilik önlenemez (!) bir noktaya geldi, kapitalizm, sömürü, yoksullarla zenginlerin arasındaki uçurum vd.
Ama ben çubuğu biraz da öteki tarafa bükeceğim izninizle. İki çocuklu bir annenin savunması değil bunlar, gerçekten böyle olduğunu düşünüyorum.
Öncelikle çocuksuz okurlar için belirteyim, dünyaya çocuk getirmek, nasıl bir dünyaya getirdiğinizden bağımsız zaten zor ve emek isteyen bir olay. Bu zorluklar bu düzenin sayesinde “Yüz binlerce yıldır herkes doğuruyor canım, ne var?”denemeyecek kadar karmaşık bir hal alsa da, bunlar bu yazının konusu değil.
Baştan söz verdiğim gibi, pozitif olacağım.
İnsan sosyal bir canlıdır. Bu sosyallik içinde en çok ihtiyaç duyduğu şeylerden biri de güven duygusudur. Bir insan güvensizlik hissetmeye başlarsa, depresif bir ruh haline girmesi kaçınılmazdır. Eğer insan yaşadığı dünyaya, geleceğe, çevresindeki insanlara, içinde bulunduğu sosyal ortama güven duymazsa, pasif moda girer ve bireyselleşir, yalnızlaşır. Kısacası herkes tutunacak bir dal arar. Ben şimdi size dünyaya çocuk getirme başlığında tutunabileceğiniz dallar uzatacağım. Tutup tutmamak size kalmış.
Eğer, siz bu dünyaya çocuk getirmezseniz, teslim olmuş olacaksınız. Bu bir… Karanlığa ve kötülüğe teslim olup, iyilikten, güzellikten yana bütün umudunuzu yitirdiğinizi kabul etmiş olacaksınız. Bu şu anda yaşadığınız hayatı da tamamen anlamsızlaştıran, oldukça tehlikeli bir psikolojidir. Hemen çıkın bu psikolojiden. Bize yapmaya çalıştıkları da bu, hayatı anlamsızlaşan insan hiçbir şey için mücadele etmez. Mücadele etmek istemeyen insan da kolayca yönetilir, sömürülür.
Buraya kadar anlaştıysak devam ediyorum. Şimdi siz bu dünyaya sizin gibi aydınlık çocuklar getirmezseniz, evrim karşıtları alçıdan yaptıkları uydurma taşları, ‘Evrim Sergisi ‘ adıyla sergileyip, “Bakın bunlar milyonlarca yıllık fosiller, hiçbir şey değişmemiş. Demek ki evrim diye bir şey yok,” dediğinde, karşısına dikilip “Hadi oradan, insanları kandıramazsınız,”diyecek kimse olmayacak.
Şimdi siz, sizler gibi akıllı, öğrenmeyi ve sorgulamayı seven çocuklar getirmezseniz, CERN’de çalışan yüzlerce bilim insanı geleceği değiştirecek işlerle uğraşırken, bu ülkenin bilim konusunda otorite olan kurumu “Hadron çarpıştırmak, Allah’a şirk koşmaktır,” deme aymazlığına da devam edecek.
Eğer siz, bu dünyaya her rengi seven çocuklar getirmezseniz, ilerde herkes sadece gri merdivenlerden inip çıkabilecek, kadınlar sadece siyah giyecek ve yeşil sadece kitaplarda bulunacak.
Siz, kendiniz gibi barışsever çocuklar yetiştirmezseniz, başka çocuklar “Çocukları küçük kurşunla vururlar değil mi anne?”diye sormaya devam edecek.
Sevgi dolu çocuklarınız olmazsa, dünyanın bir yarısı obeziteyle boğuşurken, diğer yarısında açlıkla boğuşan bebeklerin başında bekleyen akbabalar hiç eksik olmayacak.
Sizler tüm canlılara saygılı insanlar yetiştirmezseniz, birileri hala meyve veren 170 yıllık dut ağacını, hükümet konağı yapmak için kesmeye, ormanları endüstriyel palm yağı elde etmek için talan etmeye, kentlerdeki tüm acil durum toplanma alanlarını rant sağlamak için peşkeş çekmeye devam edecek.
Sizlerin çocuklarının olmadığı bir dünyada, balinalar katledilmeye, zevk için yavru foklar öldürülmeye, eğlence parkı adı altında hayvanlara işkence edilmeye devam edilecek.
Siz bu dünyaya sizin gibi duyarlı çocuklar getirmezseniz, kime ata-dede tohumlarınızı emanet edeceksiniz? Kim sizin ektiğiniz toprakları sürmeye devam edecek. Genetiği oynanmış gıdalarla beslenmeye mi mahkûm olacak insanlık?
Sizin gibi sanatsever çocuklar olmazsa gelecekte, kimler yapacak o muhteşem besteleri, o harika resimleri? Kimler yapacak yeniden, yeniden yıkılan heykellerin yerine yenilerini?
Örneklerin sayısını artırabilirim. Bu bayrağı taşıyıp gelecek nesillere devredecek şahane öğretmenlere, dünyanın her yerinde insanlara yardım edecek doktorlara, bilim insanlarına, sporculara, yüzü gülen, yüreği sevgi dolu, aklı aydınlık, merhametli, adil yeni yepyeni insanlara ihtiyacımız yok mu sizce?
Hiç umudum kalmadı diyenler… Nerede arıyorsunuz umudu? Umut sizsiniz, başka yere bakmayın. Siz yoksanız, umut da yok. Koyun elinizi taşın altına bir zahmet. En azından kendi dünyanızı çocuğunuzun yaşaması için uygun hale getirmeye çalışın. Yalnız kalmazsınız, sizin gibi çok insan var, korkmayın. Birlikte mücadele edin. Dünyamızı, geleceğimizi karanlığa teslim etmeyin. Bir derdiniz olsun, yılmayın.
“Dünya yaşamak için tehlikeli bir yer; kötülük yapanlar yüzünden değil, durup seyreden ve onlara ses çıkarmayanlar yüzünden”Albert Einstein
Önce anneler ve babalar, sonra çocuklar…
Dünyalı Dergi blogu için 27 Ağustos 2015 tarihinde yazdığım yazıdır. Yazının orijinal haline buradan ulaşabilirsiniz.
“Oğlum gel bitir şu çubuk krakerini!”
“Buzlu çay mı içeceksin, yoksa meyve suyu mu?”
“Naaapiiim, hiç kahvaltı etmiyor. Mecburen ben de çikolatalı ekmek veriyorum.”
O kadar sık duyuyorum ki, bu ve bunlara benzer yüzlerce cümleyi. Yazık!
Yaşamak için mi yemek gerekir, yemek için mi yaşamak? Sağlığına düşkünler birincisinden yanadır da, keyfine düşkünler, yemekten doymanın ötesinde haz alanlar için adeta bir yaşam biçimidir beslenmek. Kimileri için de diyet her zaman beslenmenin merkezindedir. Ancak çoğunlukla bu kişiler diyete “hızla çok kilo verme yöntemi” olarak baktıkları için, kısa bir süre sonra daha fazla kilo ve mutsuzlukla sonuçlanan döngüler halinde yaşarlar bu başlığı.
Beslenme uzmanı değilim, tıp doktoru veya gıda mühendisi de değilim. Ben sadece sağlıklı beslenmeyi takıntı haline gelmeden, olabildiğince doğal bir yaşam biçimi haline getirmenin kimi minik yöntemlerini Dünyalı okurlarıyla paylaşmaya çalışan iki çocuklu bir anneyim. Bu nedenle yazacaklarım, tavsiye niteliğinden öteye geçmemelidir.
Şimdi konuyu açalım. Diyeti boş verin, niyet önemli. Diyet bir zayıflama reçetesi deği de sağlıklı beslenme yöntemi olarak ele alınırsa, son derece keyifli bir yaşam biçimi halini alabilir. Siz sevgili ebeveynler, çok değil 5-10 yıl sonra çocuklarınızın anoreksiya, diyabet veya obezite gibi –şu anda oldukça yaygın olan– sorunlarla boğuşmasını istemiyorsanız, önce kendinizden başlamalısınız. İşte niyet burada devreye giriyor. Sizin sağlıklı beslenmeye gerçekten niyetiniz var mı, yoksa “kötü” alışkanlıklarınızdan vazgeçmek size zor mu geliyor?
Bir akşam yemeği düşünün, ailece oturmuş yemek yiyeceksiniz. Siz bardağınıza kola doldururken, minnacık çocuğunuz da istiyor. Eğer çocuğunun bardağına kolayı doldurup yemeğe devam edenlerdenseniz, zahmet edip yazının kalanını okumayın. Pek bir şey ifade etmeyecektir. Geriye tek bir tip ebeveyn kalıyor, çocuklara zararlı olduğunu söyleyip, kendi içmeye devam edenler. Oldu canım! Hiç inandırıcı değil, kusura bakmayın.
Önce balığın baştan koktuğunu kabul edelim ve işe kendimizden başlayalım. Ardından çocuklara ve kendimize nasıl keyifli alternatifler sunabiliriz bir bakalım.
Beslenme alışkanlığı bebeğin katı gıdaya geçtiği 6-9 aya arasında şekillenmeye başlar. Bu konuda bebeğin sağlığı ve gelişim durumu çok belirleyici olduğu için doktorunuza güvenmeniz çok önemlidir. Ancak yine de hiçbir kilo sorunu olmayan bir çocuğa, akşam yatmadan önce pirinç unu ile yapılmış şekerli muhallebileri yedirmenizi öneren olursa, bence direnin.
Baby Led Weaning (BLW) diye isimlendirilen bir yöntem var, çocuğun kendi seçtiği besinleri, yine kendisinin yemesini esas alıyor. “Bebek önderliğinde katı gıdaya geçiş” veya “bebeğin kararıyla ek gıdaya geçiş” olarak Türkçe’ye çevriliyor. İnternette bu yöntemle ilgili yüzlerce site var; İngilizce bir kaynak olan www.babyledweaning.com adlı site mesela. Türkçe kaynak isterim diyen varsa da Instagram’da @Anilitta isimli kullanıcının, küçük kızı Derin ile olan videolarını inceleyin. Ama bebeğin peşinden kaşık ve tabakla koşan bir ırkın evladı olarak zorlanabilirsiniz, baştan söyleyeyim. Kafa yapınızı tümden değiştirmeniz gerekecek.
Kahvaltı alışkanlıklarınızı değiştirin
Kahvaltı mesela, en kolayı bir dilim yağlı ballı ekmektir değil mi? Evet, iyi bir tam buğday unuyla veya çavdar unuyla yapılmış bir ekmek, gerçek bir tereyağı ve gerçek bir bal bulabilirseniz ne âlâ. Lakin lütfen minnacık çocuklarınıza, beyaz ekmeğin üzerine içinde gerçek meyve olmayan, rafine şekerli reçeller, hazır kavanoz çikolatalar, market tereyağları ve ağdadan farkı olmayan bal görünümlü eriyikler sürüp vermeyin. Çok zor değil inanın, reçeli evde kendiniz yapın mesela. Mevsiminde, olabildiğince doğal meyveler alarak, mümkünse şekersiz, elma suyuyla yapabilirsiniz bu reçelleri. Güzel bir Amasya elmasını rendeleyip ateşte birazcık çevirin, içine tarçın ve bir iki karanfil katın. Hatta içine biraz da dövülmüş ceviz eklerseniz, bakın nasıl güzel bir reçel oluyor. Şu kavanoz çikolataları da evde yapmanın yöntemi var; internette kolayca tarif bulabilirsiniz.
Kahvaltı tabağında sanat yapın
Kahvaltı için daha güzeli, yumurta, peynir, zeytin, yeşillik vs. gibi besinlerden oluşan bir tabak. Çocuğunuza yedirmenin imkânsız olduğunu mu düşünüyorsunuz. Sihirli Tabak’a bir göz atın. Bence biraz kafa yorarak benzerlerini ve hatta daha güzellerini de yapabilirsiniz. Hiç vaktiniz yoksa 1 çay bardağı süt, 1 yumurta ve 1 yemek kaşığı dolusu tam buğday unuyla şekersiz bir krep yapıp, yağsız tavada çift taraflı çevirin. İçine ister peynir, ister ev yapımı reçel sürüp verin miniklere. Haaa tüm bunları yaparken, sizin tabağınız salam, sucuk, sosis gibi işlenmiş gıdalarla doluysa, ne kendinizi, ne çocuğunuzu kandırın lütfen. Kahvaltıda etli bir şeyler istiyorsanı , kıymayı veya kuşbaşı eti sevdiğiniz baharatlarla kavurup saklayın ve kahvaltıya çıkarın. Çok keyifli oluyor inanın.
Semt pazarlarından şaşmayın
Sağlıklı beslenmek düşündüğünüz kadar zahmetli ve pahalı değil. Alışverişleriniz için mümkün olduğunca semt pazarlarını tercih etmeniz bile daha sağlıklı beslenmenin yolunu açar. Hafta sonlarında yaptığınız yakın civar gezilerinde o yörenin besinlerinden de alabilirsiniz.
Madem satın aldıklarımıza güvenemiyoruz, yapabileceğimiz başka şeyleri neden yapmıyoruz? Kolayımıza geldiği için çocuklarımıza içirdiğimiz kutulu meyve sularının neredeyse sıfır besin değerine sahip olduğunu biliyorsunuz değil mi? Taze meyveleri sıkıp suyunu çıkartın. Yemekte sadece su için. Çok daha sağlıklı. Ben demiyorum, uzmanlar diyor. İlla ki yemekte su dışında gazlı bir içecek içmek istiyorsanız, doğal maden suyunu, taze sıkılmış meyve suyuyla karıştırın. Üstelik çocuklarınızla da gönül rahatlığı ile paylaşabilirsiniz.
Bahçeyi balkona taşıyın
Balkonda tarım yapmayı deneyebilirsiniz. Evet evet saksıda. Bir bahçeniz varsa şanslısınız, ama yoksa bile balkonunuzda nane, maydanoz, biber ve domates yetiştirmeniz mümkün. Bu şekilde hem sağlıklı, ilaçsız besinleriniz olur, hem de çocuklar üretmenin keyfine varır. Bunun için Dünyalı’nın 12. sayısını edinip domates yetiştirmenin inceliklerini öğrenebilir, “Bahçeyi Balkona Taşı” ve “Evde Baharat Saksısı” yazılarından bilgi alabilirsiniz.
Cipse alternatif bulun
Cips çok sevilir genellikle, hem çocuklar, hem de büyükler tarafından. Şöyle buz gibi bir biranın yanına konmuş bir kâse cipse pek az yetişkin hayır diyebilir. Sadece cips değil, benzer atıştırmalıklar da aynı kategoride. Zararlarından bahsetmeme gerek yok sanırım; bolca niteliksiz karbonhidrat, katkı maddesi ve yağ. Öyleyse alternatifini söylüyorum: Ev cipsi. Dünyanın en basit üretimi bile denebilir. Başarabiliyorsanız evde zeytini rondodan geçirin, başaramıyorsanız zeytin ezmesi alın. İstediğiniz baharatlar, dilerseniz birazcık salça ve zeytinyağı ile karıştırın. Yufkanın yarısına incecik sürüp, yufkayı ikiye katlayın. Dilediğiniz boyutlarda kesin. Isıtılmış fırında kızarana kadar pişirin. Genelde düşük ısıda, uzun süre bekleyince güzel oluyor. Soğuduğunda yanına bir de yoğurtlu dip sos yaparsanız, atıştırmayı bırakın, öğün haline bile gelebilir.
Ev yoğurdu yiyin
Yoğurdu evde yapmak, markete gidip almaktan daha kolay. Yeter ki niyetlenin. Birçok farklı yöntem var. Ben bir taşım kaynamış, parmak girecek kadar ılınmış doğal süte, 1 tatlı kaşığı ev yoğurdu koyup, hiç sarıp sarmalamadan fırında 4-5 saat, akabinde de buzdolabında hiç ellemeden 1 gece bekletmek suretiyle yapıyorum. Deneme yanılma ile siz de kendi yönteminizi kolayca bulabilirsiniz.
Dondurmayı evde yapın
Dondurmayı da evde kolayca yapabilirsiniz. Süzme yoğurt, meyve ve balla yapılanı da var, muz ve keçiboynuzu tozu ile de. Malzemeler sadece bunlar değil, ağız tadınıza göre çeşitlendirebilir, oranları belirleyebilirsiniz. Sadece dondurulmuş meyve püresi bile olabilir, sıcakta nasıl da iyi gider o dondurulmuş çilek ezmesi. Her yerde kolayca bulabileceğiniz dondurma kalıplarına doldurup atın buzluğa. Bu kadar basit. Yüzlerce tarif var yine internette. Keyifli bir başka tarif isterim diyen varsa buradan buyursun (http://www.bugday.org/portal/haber_detay.php?hid=7804)
Yeni atıştırmalıklar sunun
Çoğu çocuk atıştırmayı sever: Şeker, çikolata, bisküvi… Sonra da yemek yemezler. Yemezler tabi, basit bir mekanizma. Kan şekeri hızla yükselen çocuk yemek yemez, sonra aynı hızla düşünce de huysuzlaşır, algısı zayıflar, yorgun olur. Çözüm şu: Paketli, işlenmiş, şekerli tüm gıdaları atın ve bir daha almayın. Aç kalması, o bir paket faydasız yağ ve karbonhidrat yığınını yemesinden daha iyi. Evde ortalıkta her zaman kapaklı kaplarda ama çocukların gözü önünde, sağlıklı atıştırmalıklar olsun. Kuru meyveler ve kuru yemişler, ceviz, fındık, badem, kuru kayısı, kuru dut… Ama miniklerin çiğneme yetilerine de dikkat edin! Özellikle badem kaynaklı solunum yolu problemlerine sık rastlanıyor. En iyisi beraber yiyin ve bunları yerken havada taklalar atmasına engel olun.
Doğum günü pastasını siz yapın
Doğum günü partileri, sizin ve çocuklarınızın beslenme biçiminizi mutlaka sabote edecektir. Her tür aromalı, yapay içecek, bolca işlenmiş gıda, cipsler ve tam ortasında üstü kalın bir şeker hamuruyla kaplı gösterişli, “Ye beni!” diyen bir pasta. Doğum günü çocuğunun annesine bir öneri: Yukarıda birçok sağlıklı alternatif var, onları deneyin. Çocuklar masada neler olduğu ile değil, arkadaşları ve hediyeleriyle daha çok ilgileniyorlar. Pastayı da siz yapın, çocuğunuzla beraber. Siz süsleyin, beceremem demeyin. Hiçbir pasta, çocuğunuzun anne veya babasıyla yaptığı pasta kadar güzel ve lezzetli olmayacaktır.
Beslenme çantasını değiştirin
Önümüz sonbahar. Okulların açılmasına az kaldı. Çocukların yanına atıştırmalık yiyecekler konuluyor. Tembellik etmeyin, yanına para verip kantinden veya okulun yanındaki bakkaldan kek veya cips almasına sebep olmayın. Kuru yemiş, taze meyve, kuru meyve, meyve pestilleri şahane alternatifler. Provokatör olun, ilk veli toplantısında gazlayın velileri. Herkese anlatın, yaparsınız siz!
Niyetiniz varsa tabi ki… Zaman, beceri ve para bahane. İsterseniz önce siz sağlıklı beslenebilir, sonra da çocuklarınıza bunu aşılayabilirsiniz. Ve tüm bunları yaparken beslenmenin keyfinden vazgeçmeniz de gerekmez. Unutmayın, diyet değil, niyet önemli.
Çığlıktan Sınıfta Kaldık
Dünyalı Dergi blogu için 10 Eylül 2015 tarihinde yazdığım yazıdır. Yazının orijinal hali için buraya bakabilirsiniz.
Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. İçimdeki öfkeyi, üzüntüyü, kızgınlığı başka türlü dışa vurmam mümkün olmuyor bazen. Hatta zaman zaman böyle çığlık atarak kilometrelerce koşmak istiyorum. Nereye kaçabileceksem…
Olmuyor tabi, şehir hayatı, saygınlık, toplumsal normlar ve içimdeki bıdı bıdı konuşan teyze devreye giriyor ve hemen susuyor içimdeki çığlık. Ne fena, kim bilir bağırsam böyle birkaç dakika, belki de rahatlayacağım biraz. Bir nefes alıp, sakinleşeceğim ve “Tamam şimdi sakince ne yapmam gerekiyorsa onu yapayım,” diyebileceğim.
Tam da böyle bir sabah… Bindim arabaya işe gelirken, kapadım camları. Açtım müziği ve etrafta pek araç olmayan bir yolda başladım bağırmaya. “Yeteeeeeeer, yeter artık be yeter!”
Bu sefer ben susturdum içimdeki bıdı bıdı teyzeyi. Oh be… Valla biraz rahatladım. Gülmeye bile başladım hatta, “Deli miyim neyim, arabada avaz avaz bağırıyorum,” diyerek kendime. Sonra ofise geldim. Aaaa masamda bir Dünyalı Dergi, geçen hafta ofise gelemediğim için, henüz görebildim. Biraz daha kafam dağılsın diye karıştırdım sayfaları. Bir de ne göreyim, dört sayfa sadece “Çığlık” konusuna ayrılmış. Hemen okudum tabii, pek keyiflendim, pek rahatladım. Kopya vermeyeceğim, alınız okuyunuz lütfen. Ha bu arada yoksa siz Dünyalı’yı çocuk dergisi mi sanıyordunuz? Vallahi değil, ben çocuklardan önce okuyorum her ay.
Neyse konumuza dönelim. Sözlükte çığlık; refleks sonucu çıkan tiz ve yüksek ses diye tarif ediliyor. Olabilir, ama bu bence biraz eksikli bir tanım. Yani refleks sonucu çığlık atmayabilir insan. Mesela benim gibi, gayet isteyerek, bir tür terapi amaçlı da atılabilir. Ya da ne bileyim en sevdiği sanatçının konserinde, çok keyifli bir sportif mücadelede ya da bir tehlike anında. Sonra hatırladım, bizim ülkemiz değil miydi, çocuklarımızın tacizden korunmaları için çığlık atmayı öğretmemiz önerilen?
Akşam eve dönünce “Gel oğlum,” dedim, çağırdım büyük çocuğumu hemen. “Çığlık at oğlum,” dedim. Çocuk “Hah, anam sıcaklardan kesin kafayı yedi,” dercesine kocaman gözlerini açarak baktı bana. “At annecim,” dedim (ha bu arada, evet, ben çocuklarıma annecim diyorum). Çocuk korkarak “Niye ki?” dedi. Resmen üzüldüm, çocuğu nasıl korkuttuysam kızacağım diye çığlık atamıyor. “Oğlum bir deneme yapacağım, çığlık atıp atamadığını merak ediyorum,” deyince, daha önce binlerce kez içimden çıkan ve “Sessiz ol oğlum, bağırarak konuşma oğlum,” diyen bıdı bıdı teyzeyi görmüş olan zavallım, “Anne ama komşular…” deyince, “Atsana yahu!” manasına gelen bir höykürme ile hafiften bağırmış olacağım. Oğlan şaşkınlığını atamadan abisinden rolü –üstelik de büyük bir keyifle- çalan kızımdan şahane bir çığlık geldi. Hatta o kadar ki, o tiz sesten kulaklarımı koruma ihtiyacı hissettim. Çok keyiflendiğimi itiraf etmeliyim. Kız tamam. Üstüne bir de,“Kuzucum, kendini tehlikede hissettiğin her zaman, bu çığlığı at tamam mı?” diye cilaladım.
Ama oğlanda durum vahim. Kendisine dinozor lakabıyla seslenişim boşuna değil, tok bir sesle yüksek perdeden konuşur normalde. Gelin görün ki, çığlık atamıyor. Bağırıyor, hatta o kadar bağırıyor ki boyun damarları bile şişiyor ama çığlık atamıyor. “Tekrar dene, daha yüksek, daha tiz,” diye diye o kadar uğraştım ki, bir ara baktım çocuğun sesi çatallaşmaya başladı. Eyvah, dedim, çocuğun sesi kısılacak. Ama mevzu önemli, çığlık atmak gerek. O anda aklıma sevinç çığlığı attırmak geldi; belki bunu başarabilir diye düşündüm. “Oğlum üç ay sonra Star Wars’ın 7. bölümü gösterime giriyor. Özel gösterime bilet bulmaya çalışıyorum. Filmi Darth Vader ve Luke Skywalker ile birlikte izleyebiliriz,” deyince sağlam bir“Oley beeeee!” geldi. Çığlık değil, ama daha tiz perdeden bir nida diyelim. Çok tatmin olmamakla birlikte, çocuğumun ses tellerinin sağlığı açısından bahsi bu gecelik kapattım. Daha sonra tekrar deneyeceğim.
Öyle demeyin, tacizden korunsunlar diye değil elbette. Dedim ya,çığlık atmak sağlam bir deşarj olma yöntemi. Kim bilir kaç kez ihtiyaç hissetmişsinizdir; sizi çok zorlayan bir projeniz, bütünlemeye kalıp da veremediğiniz dersler, altından kalkamadığınız sorunlu bir ilişki veya hayatın omuzlarınıza bir bir yüklediği dertler yüzünden isyan etme aşamasına gelip, şöyle ciğerleriniz sökülürcesine, tepine tepine çığlık atmaya. Benim oğlum ilerde kız arkadaşıyla kavga edip, gidip üzüntüsünü bağıra bağıra atmasın da, içine mi atsın?
Sessiz çığlıklar var bir de, en acıklısı da onlar sanırım. Yorgun, cılız, tükenmiş bedenlerin, artık isyan etmeyi bile unutmuş yüreklerin sessiz çığlığı. Ne kadar çoklar, o analar, babalar, o çocuklar…
Hatırlayalım çığlık atmayı, hatırlatalım hatta. Çocuklarımıza özellikle öğretelim. Yırtalım hep birlikte o karanlık örtüyü, üstümüze serilen. Tek tek cılız çıkar belki sesimiz ama hep birlikte çığlık atabilsek. Belki, hı..?
Ay neşeli neşeli yazarken olmadı gene. Yine karanlığa bağladım. Ne yapayım, elimde değil. Palyaço gibi olduk, gülümseyen bir makyaj yapabilsek bile, yüreğimiz ağlıyor. Bu yazı da benim sessiz çığlığım olsun madem. Sevgiler…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)