Poyraz bu tatilde tam anlamıyla bağımsızlığını ilan etti. Abisiyle alıp başını gitti. Top oynadı, onlarla laf yarıştırdı. Kendi deyimiyle "tırlarda tostu". Bol bol denize girdi, çok eğlendi anlayacağınız. Aşağıdaki ilk resim daha Avşa'ya giden gemide çekildi. Gemiye koydukları masaj koltuğuna oturdu ve babasına para attırdı. Sonra gülme krizine girdi zira sırt kısmındaki küçük dönen toplar onu fena halde gıdıkladı. Ne olur, ne olmaz diye çok tutmadım o koltukta ama oturduğu süre boyunca bütün güverteyi kahkaya boğdu resmen.
Sabahları erken uyanıp, çın çın sesiyle kimseyi uyutmayacağı için hemen onu dedesiyle alıp köye götürdük. Bulduğu her hayvanla oynadı.
Resimlerin bundan sonrası Bozcaada'ya ait. Çarşamba günü Avşa'dan çıkıp Bozcaada'ya vardık. Bu tatil benim için bir miktar kendini terbiye etme tatili olacaktı. Zira hayatımda ilk kez bir yere otel, pansiyon rezervasyonu yapmadan bodoslama gittim. Ada'ya akşam üzeri 16 gibi varabildik. 1,5 saate yakın kalacak yer aradık. Sıcaktan yorulmuş ve de planlı olmaya çalışmakla ne kadar haklı olduğumu ilan etmeye başlamıştım ki, Tonguç ilk bakışta otel olduğunu anlayamadığım bir binaya daldı. 5 dakika sonra elinde bir anahtarla gülerek geldi. Otelle ilgili kısma sonra değineceğim. Otele yerleştikten sonra kendimizi sokağa attık. Adanın merkezinde gezmeye başladık. Pek meşhur Çınaraltı meydanında bir sulu yemek lokantası bulduk. Bu yaptığımız ilk başarılı keşifti. Zira Meydan Lokantasının ucuz ve lezzetli ev yemekleri sonraki günlerde de hayatımızı kurtardı.
Hava kararmaya başlayınca bira ve cips alıp sahildeki lokantaların yanında bir banka oturduk. Sanırım aşağıdaki resimden yorgunluğumuzu anlayabilirsiniz. Ama ılık bir esintiye eşlik eden dolunayın doğuşu bizi resmen kendimize getirdi.
Babası özellikle acılı cips almış ki, bizim haşarat yemesin. Ama aşağıdaki resimden de görebileceğiniz gibi acı küçük adama hiç işlemedi ve paketin yarısını neredeyse Poyraz bitirdi.
Akşam "yapılmadan dönülmemesi gereken işler" listesinin başında yer alan Polente Fenerin'den güneşi batırmak seremonisine katılacağımız için plajdan erken ayrıldık.
Polente Feneri'inin olduğu kuzeybatı burnuna doğru giderken yolda keçiler gördük. Benim hayvan sever oğlum bu keçileri sevmeden geçseydi, bize sabah olmazdı gibi geliyor bana :)
Biraz da otelimizden bahsedeyim. Bozcaada Gümüş Otel. Otel dediğime bakmayın ve klasik bir otel konforu beklemeyin. Ama Bozcaada'nın en eski binalarından (500 yıllık olduğunu söyleyenlerin yalancısyım) birinde kalmak gerçekten pek keyifli idi. Eskiden Hükümet Konağı imiş, sonra bir Fransız ailenin evi olmuş. En son da şimdi oteli işleten aile tarafından restore edilerek otele dönüştürülmüş. Otel bir eski, bir de yeni binadan oluşuyor. Biz eski kısmında kaldık. Küçücük bir oda, 2 tane karşılıklı yatak, bir minnacık aynalı şifonyer, bir gardrop ve bir küçük televizyon. Klima yok ama gerek de yok, taş bina olduğundan içi acayip serin idi. Zaten oda pek de umurumuzda değildi, otelin binası bize çok keyif verdi.
Aşağıdaki resim odamızın bulunduğu katın balkonundan görünen manzara. Hemen sağda görünen 2 cam bizim odamıza ait.
Aşağıdaki resim odamızın bulunduğu katın balkonundan görünen manzara. Hemen sağda görünen 2 cam bizim odamıza ait.
Bu resmi de otelin sitesinden aldım. Otel binasının görüntüsü. Ama burada göründüğü kadar çorak değil, önündeki ağaçlar ve yeşillik artık neredeyse binayı gizliyor.
Bozcaada'da en çok dikkatimi çeken şeyler hayvanları oldu. Kedileri resmen dingin, sanki adanın dinginliğini almışlar. Köpeklerin hepsi birbirine benziyor ve çok güzeller. Bir de kargası var ki, İstanbul'un kocaman ve vahşi kargalarına hiç benzemiyorlar. Güvercin boyunda ama daha zayıf ve simsiyah kargaları var.
Denize giremediğimiz rüzgarlı 2. Bozcaada günümüzde kalan ada turumuzu tamamlamaya karar verdik. Önce adanın bir diğer popüler plajı Habbele Koyu'na gittik. Mitos Beach isimli işletmenin parsellediği plajda şezlong kirasının 7 tl, 1 kase yoğurdun 6 tl ve bir bardak çayın 3 tl olduğunu görünce oradan hızlıca uzaklaştık.

Adanın her yeri bağlarla kaplı, kuzey ucuna doğru çamlık bölgeler var. Bağların arasında çok güzel taş "evler vardı. Hani insana "alıcan şurdan bir arsa, yapıcan gönlüne göre bir taş ev" dedirtecek cinsten. Toscana vadisi gibiydi valla, umarım bozulmaz oralar da...
Tüm adayı arabayla, motorla ve hatta bisikletle dolaşmak mümkün. Yollar asfalt ve son derece güzel.
Adanın en kuzeyinde bir Çayır Koyu var. Denize giren kimse yok, zaten rüzgar işitmeyi engelleyecek kadar da şiddetli idi. Biz de kumlarda yuvarlanarak tadını çıkardık oranın.
Burası da adanın en yüksek noktası Göztepe. 192 metre yüksekliğindeki bu tepeden adanın her tarafını kuşbakışı görebiliyorsunuz.
2. gün akşam üstü kaleyi dolaşmaya karar verdik. Kaşla göz arasında oğlumu bilmem kaç yıllık toplara golll diyerek vurmaya çalışırken yakaladım :)
Kalede aşk başkadır :)
Ve baba aşkımızı kıskanır :))
Bozcaada'nın denizi şimdiye kadar gördüğüm en temiz deniz, limanı da gördüğüm en temiz limandı. Limanda demirli onlarca lüks tekne ve yatta tatil yapan kişiler plaja bile gitmeden hemen limanın içinde denize giriyorlardı. Aşağıdaki limandan bir görüntü.
Başka neler yaptık?
Damla sakızlı türk kahvesi içtik, mutlaka deneyin...
Sokaklarında dolaştık, begonvillerle süslü küçük evler görülmeye değer...
Çay bahçelerinde oturduk, plastik değil tahta sandalyelerde, şemsiye değil kocaman ağaçların altında hem de... Sanırım Bozcaada çay bahçesinde bile bira içilebilen ve tuhaf karşılanmayan gördüğüm tek yer...
Pek bi meşhur Lodos Lokanta'sında yemek yedik. O kadar küçük bir mekana o kadar çok masa olunca yemek 1,5 saat sonra geldi. Bence abartılacak birşey yok. Fiyatlar ortalama İstanbul balık lokantası fiyatları.
Lalezar'da işkembe çorbası içtik, 3 TL ve çooook güzeldi...
Çarşısında dolaştık, hediyelik eşyalara baktık...
Eleni teyze'den domates ve incir reçeli aldık...
Uzun ve bol resimli bir yazı oldu bu. Atladığım şeyler de vardır mutlaka. Ama işin özü şu; "Bozcaada'ya mutlaka gidilmeli. Hatta her sene değişik zamanlarda 3-4 gün gidilmeli."
Ben çok sevdim, çok....