Pazartesi, Ağustos 31, 2009

Artık okullu olduk....


En güncel gelişmeyi, en başa yazayım. Kuzum okula başladı. Yukarıdaki "adam" fotosunu da bu nedenle koydum. Biraz gerginim. Ama bu gerginlik Poyraz'ın yuvada ağlayacak olmasından mı, yoksa benim oğlumun büyüyüp bağımsızlaştığını kabul edemiyor oluşumdan mu kaynaklı emin değilim.
2 aydır evimize yakın küçük bir yuvaya günde 2 saat oyun grubuna gidiyordu Poyraz. Ama çok sevdiği bakıcı ablası hep yanındaydı, en fazla yan odada oturuyordu. Bugün sabah 9.00'da girdiği okulda ablasının olmadığını farkedince önce mızmızlanmaya, sonra da ağlamaya başlamış. Saat 10.30'da ablasını çağırmışlar. Bu hafta hergün yarım saat daha öteleyerek öğle 13'ü bulmamız lazım. Biraz ağlayacak ama olsun, sanırım tüm çocuklar benzer bir süreçten geçiyorlar. Çok zorlanmadan alışacağını umuyorum.
Asıl zor olan, artık onun benden bağımsız, kendi başının çaresine bakması gereken bir çocuk olduğunu kabullenmek. Düşünsenize, resmen oğlumu koynumdan çıkartıp, en fazla yarım saat konuştuğum insanların kucağına bıraktım. Dramatize etmiyorum. Böyle olması gerektiğinin gayet net farkındayım. Poyraz'a hiçbir zaman evin kralı muamelesi yapmadım ama yine de artık hayatın gerçekleriyle yüzleşecek olması ve kalabalık bir insan toplamının eşit haklara ve sorumluluklara sahip bireyi olacak olması biraz yeni bir durum. Sanki bu andan itibaren artık herşey çok hızlı ilerleyecek gibi hissediyorum. Söyleyin deneyimli anneler bundan sonraki adım "anne ben bugün eve biraz geç geleceğim" mi? :)))



Bu yazımda değişiklik yapayım, önce resim sonra yazısı olsun. Yukarıdaki resim dün akşama ait. Tüm cumartesi eğitimdeydim, akşam eve geldim. "Annecim çok mutsuzum, kuşum kaçtı. Lüften bana yeni bir kuş alır mısın?" diyen oscarlık oyuncunun bükük boynuna dayanamayıp dışarı çıktık. Hem market alışverişi yaptık, hem de oğluma yeni bir kuş aldım. Eski kuşumuz sizlere ömür oldu da...
Neyse eve geldik, babasıyla kuşla ilgilenirlerken; ben alışveriş torbalarını yerleştirdim, akşam yemeğini hazırladım, salata yaptım....
Yemek yendi, sofrayı topladım, bulaşıkları yerleştirdim, pazar kahvaltısı için kırmızı biber közledim. Oğlana kitap okudum, sütünü içirdim, yatırdım. Sibel geldi, onunla oturup muhabbet ettik. Kendimi yatağa atmadan havada uyumuştum :)
Şimdi diyeceksiniz ki, sadede gel. Bu resmin hikayesiyle bu anlattıklarının hiç alakası yok. Az bekleyin canım, biraz sabır. İsterseniz bende çok var, birazını size de vereyim.
Neyse pazar sabahı oldu, Poyraz havuza giricem diye tutturdu. Babası da hava çok güzel denize gidelim dedi. Hızlıca kahvaltı ettik. Tuluğ ve Güneş'i de alıp Riva'ya gittik. Denize girdik, kumla oynadık. Kumun üstünde uyuduk. Pek keyifli bir gün geçti. Saat 18 gibi eve dönmüştük.
Evde akşam yemeği yok, çamaşır sepeti dolu, bulaşık makinesi yıkanmış yerleştirilmeyi bekliyor.
Hepimiz kum içindeyiz, banyo yapmak lazım.
Ve benim oğlum yanıma gelip, "annecim lüften kurabiye yapalım mı? Yooolur. Ben doğurmak (yoğurmak) istiyorum" diyor. İşte bu da, onun resmi...
Riva'da bir pehlivan.... Bu arada biz Riva'yı pek sevdik. Elmasburnu tam bir çocuk cenneti. Kumu çok güzel, denizi durgun ve sığ. Üstelik yol sadece yarım saat sürüyor ve trafik de yok.
Zavallı apartman çocuğu Poyraz evin içinde susuz havuza girmekle yetinmeyip, babasını da yüzmek için (!) zorlayınca ortaya çıkan görüntü :)


Bu resmi bloguma koyduğum için tehdit alacağım kesin. Ya da oğlumun sağlığını tehlikeye atacağım... :) Anlayan, anladı!
Efenim bu resimdeki güzel kız İpek. Oğlumun kendinden 1 yaş küçük, cimcime mi cimcime, cadı mı cadı arkadaşı... Bize geldiğinde, Poyraz arabaya biniyordu. Baktı ki Poyraz'ı indirmeye gücü yetmeyecek, hop o da giriverdi arabanın içine. Çok komik bir andı. Paylaşmadan edemezdim...
Bu da aynı akşam evimize misafir olan şu sıralar en sevdiğimiz arkadaşımız Güneş. Evde de bir gitarı olmasına ve elini bile sürmemesine rağmen bizim evdeki gitar hepsinin popüler oyuncağı oldu. Burada da Güneş son bestesini seslendiriyor.
Bu seferlik bu kadar, bana müsade...
Hepinize sevgiler...
İMZA: Yorgun ama yine de süper anne :)

Çarşamba, Ağustos 19, 2009

Biz büyüdük mü ne?

Son yazışımdan bu yana aslında hatırı sayılır aşamalar katettik. İlki ve en önemlisi bezi bıraktık.
Neredeyse 2 haftadır Poyraz bez takmıyor. Arada ufak kaçaklar oluyor ama olsun o kadarcık değil mi? Artık yanımızda yedek bez taşımıyoruz ama yedek kıyafet taşıyoruz :)
Gece rutinini tam öğrenemedim, bu nedenle gece her uyandığımda kucaklayıp tuvalete götürüyorum. Bu nedenle benim uykular biraz parçalı bulutlu ama bu aşamayı geçmeye değdi doğrusu.

İkinci ve en az ilki kadar önemli aşamamız da kendi kendine yemek yemeğe geçiş. Öğle ve akşam yemeklerinde henüz hala ağzımıza kaşık gelsin diye bekliyoruz ama kahvaltılarda mamadan, ekmek üstü peynir, yanında zeytin ve domatese geçiş yaptık. Alıyor çatalı eline bir güzel yiyor.
Pek yakında öğle ve akşam yemeklerinde de aynı başarıyı göstereceğimize inanıyorum. Tek sıkıntım yumurta, henüz onu nasıl yedireceğimi bilemiyorum. Haşlanmış yumurta ve omleti sevmedi...

Oğluşumun büyüdüğüne bir başka kanıt da artık aramızda geçen diyaloglar ve oğlumun zekice espirileri. İşte örnekler;

Bir akşam Nazım'ın bahçesinde oynadıktan sonra eve dönüş saatimiz geldi. Poyraz'ı arabasına oturttum ve "hadi annecim herkese iyi akşamlar de" dedim. "İyi akşamlar" dedi.
Arabasını kapıya doğru çevirdim ki, arka masadaki bir arkadaşım Poyraz'ın arabasını durdurdu. "Bir dakika bakalım, bu masaya da iyi akşamlar demeyecek misin?" dedi. Poyraz masada oturan iki kişiyi de tanımıyordu. En ifadesiz suratıyla önce birine, sonra diğerine baktı ve masaya dönüp "iyi akşamlar masa" dedi....

Bir akşam ablası, Poyraz ve ben apartmandan çıkmaya çalışıyorduk. Onlar çıkıp apartmandan sokağa çıkan merdivenlerin başında beni beklemeye başladılar. Ben de Poyraz'ın arabasını merdivenlerden çıkartmaya çalışıyordum.
Bu arada benim oğlum babasıyla dedesi arasında tatilde sıkça geçen diyalogları bana sattmaya başladı.
-Topla gel anne, sağ yap...

Bu tür komik diyaloglar sıkça yaşanıyor, bunlar sadece hatırlayıp not aldıklarım...

Bunların dışında bir de komik kelimelerimiz var;
- O farattan diil anne, bu farattan, bu farattan...
(O taraftan değil anne, bu taraftan, bu taraftan)
- Yoooolur anne, lüften.... (nereden ve nasıl öğrendi bilmiyorum ama boynunu büküp yalvarmayı da öğrenmiş sıpa)
- Sen bana bi sööööle... (Herhangi birşey sorduğunda "bilmiyorum" kelimesini alsa cevap olarak kabul etmiyor, mutlaka ona aklına yatan birşey söylenmeli...)

Son bir gelişme daha, dün akşam itibariyle evimizde bir muhabbet kuşu var. 1 aylık minik bir kuş. Poyraz adını "semih" koydu. Semih Bodrum tatilimizde gittiğimiz oteldeki muhabbet kuşunun adıydı. Bu yüzden oğlum bütün muhabbet kuşlarının adı "semih" olur diye düşünüyor olmalı. Daha cinsiyetini bilemiyorum ama umarım erkektir :)

Cuma, Ağustos 14, 2009

Bezi bıraktık bırakmasına ama...

Pazartesiden beri bez takmıyoruz. Arada kaçaklarımız oluyor haliyle. Genelde sinirlenmeden bu süreçleri atlatmayı başarıyorum. Ama gece 4 kere filan kalkıp tuvalete oturtuyorum. Haliyle benim uyku parçalı bulutlu. Üstüne üstlük, dün gündüz çok uyuduğu için de gece 3-5 arasında uyanık kalınca...

Bugün değmeyin keyfime...


Yorgun anne Özlem


Not: İnciler birikti, pek yakında onları da yazacağım...

Salı, Ağustos 11, 2009

1 haftaya bedel 3 günlük bir Bozcaada tatili...

Yıllık iznimin kalan son 1 haftalık kısmını geçen hafta kullandım... Önce anneanne-dede yanına Avşa'ya gittik. Bol çocuklu, bol akrabalı keyifli bir aile ziyareti oldu. 16 senedir görmediğim halamın kızını ve çocuklarını görüp anı tazeledik. Hatta muhabbete öyle dalmışız ki, resim çekmeyi bile akıl edemedik.

Poyraz bu tatilde tam anlamıyla bağımsızlığını ilan etti. Abisiyle alıp başını gitti. Top oynadı, onlarla laf yarıştırdı. Kendi deyimiyle "tırlarda tostu". Bol bol denize girdi, çok eğlendi anlayacağınız. Aşağıdaki ilk resim daha Avşa'ya giden gemide çekildi. Gemiye koydukları masaj koltuğuna oturdu ve babasına para attırdı. Sonra gülme krizine girdi zira sırt kısmındaki küçük dönen toplar onu fena halde gıdıkladı. Ne olur, ne olmaz diye çok tutmadım o koltukta ama oturduğu süre boyunca bütün güverteyi kahkaya boğdu resmen.

Sabahları erken uyanıp, çın çın sesiyle kimseyi uyutmayacağı için hemen onu dedesiyle alıp köye götürdük. Bulduğu her hayvanla oynadı.
Resimlerin bundan sonrası Bozcaada'ya ait. Çarşamba günü Avşa'dan çıkıp Bozcaada'ya vardık. Bu tatil benim için bir miktar kendini terbiye etme tatili olacaktı. Zira hayatımda ilk kez bir yere otel, pansiyon rezervasyonu yapmadan bodoslama gittim. Ada'ya akşam üzeri 16 gibi varabildik. 1,5 saate yakın kalacak yer aradık. Sıcaktan yorulmuş ve de planlı olmaya çalışmakla ne kadar haklı olduğumu ilan etmeye başlamıştım ki, Tonguç ilk bakışta otel olduğunu anlayamadığım bir binaya daldı. 5 dakika sonra elinde bir anahtarla gülerek geldi. Otelle ilgili kısma sonra değineceğim. Otele yerleştikten sonra kendimizi sokağa attık. Adanın merkezinde gezmeye başladık. Pek meşhur Çınaraltı meydanında bir sulu yemek lokantası bulduk. Bu yaptığımız ilk başarılı keşifti. Zira Meydan Lokantasının ucuz ve lezzetli ev yemekleri sonraki günlerde de hayatımızı kurtardı.
Hava kararmaya başlayınca bira ve cips alıp sahildeki lokantaların yanında bir banka oturduk. Sanırım aşağıdaki resimden yorgunluğumuzu anlayabilirsiniz. Ama ılık bir esintiye eşlik eden dolunayın doğuşu bizi resmen kendimize getirdi.
Babası özellikle acılı cips almış ki, bizim haşarat yemesin. Ama aşağıdaki resimden de görebileceğiniz gibi acı küçük adama hiç işlemedi ve paketin yarısını neredeyse Poyraz bitirdi.
Dönerken lokantaların yanında bir dilek ağacı ve hemen önünde de kırmızı yüksek bir resim çektirme platformu gördük. "Annecim bak bu dilek ağacı, en çok ne yapmak istiyorsan söylüyorsun. Bu ağaca ip bağlıyoruz ve dileğin oluyor" diye espiriyi anlatmaya çalıştım ama ben daha konuşurken o yüksek platforma tırmanmaya başlamıştı bile. En son tekrar "annecim en çok ne yapmak istiyorsun, söyle bakim" dediğimde; kalan son gücünü kullanarak koltuğa tırmandı, oturdu ve "bu koltuğa oturmak istiyordum, dileğim oldu" dedi. Kahkaha attım ve "annecim ama bu küçük birşey, daha büyük birşey isteyebilirsin . Söyle bakim, istediğin daha büyük birşey var mı?" dedim. Birkaç saniye düşündü ve hemen önündeki büyük ağacı göstererek "bu büyük ağaca tırmanabilmek istiyorum" dedi. O an anladım ki, bizim küçük dünyamız onlar için ne kadar da büyük. Ve o küçük insanlar ne kadar küçük şeylerle (bize göre tabi) mutlu olabiliyorlar.
O gece yorgunluktan pek uzun sürmedi, odamıza döndük ve güzel güzel uyuduk. Ertesi gün sabahtan hava biraz esintiliydi. Kahvaltıdan sonra hemen arabayla yola çıktık. Amacımız adayı arabayla turlamaktı. İlk durağımız Akvaryum Koyu oldu. Akvaryum'da tesis yok, ama çok güzel bir koy. Küçük çocuğu, dolayısı ile de sürekli bir ihtiyacı olmayanlar için harika bile olabilir. Ama biz burada pek durmayıp yola devam ettik.

Sonrasında birkaç koya daha uğradık ama bize en çok uyan arkasında bolca restorantın olduğu Ayazma Plajı idi... Suyunun çok soğuk olduğunu söylemişlerdi ama ben rüzgar nedeniyle Poyraz'ı denize sokmak niyetinde olmadığım için burada durmakta sakınca görmedim. Toplam 7,5 TL'ye 2 şezlong ve 1 şemsiye kiralayıp plaja yerleştik. Sabah saatlerinde plaj oldukça sakindi. Hatta ben 1 saat kadar şezlongda uyumuşum bile. Uyandığımda gördüğüm manzara şağıdaki gibiydi :)
Sonrasında ısınan hava ve oldukça kalabalıklaşan plaja rağmen günü orada geçirdik. Hatta hemen arkasındaki restoranlarda verilen 10 TL'ye balık+salata+karpuz menüsüyle güzelce karnımızı da doyurduk.
Akşam "yapılmadan dönülmemesi gereken işler" listesinin başında yer alan Polente Fenerin'den güneşi batırmak seremonisine katılacağımız için plajdan erken ayrıldık.
Polente Feneri'inin olduğu kuzeybatı burnuna doğru giderken yolda keçiler gördük. Benim hayvan sever oğlum bu keçileri sevmeden geçseydi, bize sabah olmazdı gibi geliyor bana :)
Adanın kuzeybatı ucunda tam 17 tane rüzgar gülü var ve adanın ihtiyacı olan elektiriğin 30 katını üretiyorlar. Fazlası yeraltından Çanakkale'ye aktarılıyormuş.

Tam da seremoni gereği elimize şarabımızı ve kuruyemişlerimizi almıştık. Bizden başka daha 50 kadar araç vardı. Nereye oturalım, ordan Poyraz düşer, burada popmuza diken batar derken neredeyse güneşin batışını kaçıracaktık.

Yukardaki babayla günbatımı, aşağıdaki de anneyle günbatımı fotoğrafı :)

Akşam olunca hem deniz, hem de rüzgarın yorması nedeniyle benim kuzum baygın düştü. Otelin önündeki şezlong koltuklara yayıldı.

Biraz orada keyif yaptıktan sonra ona sütünü içirdim ve arabasına koyarak kalenin önündeki sahilde yürüyüşe çıktık. Kale geceleri o kadar güzel aydınlatılıyor ki, fotoğraf için harika bir fon oluşturuyor.
Ertesi sabah hava çok daha rüzgarlıydı. Ama derdimiz denize girip güneşlenmek olmadığı için bu durum keyfimizi hiç kaçırmadı. Zaten Bozcaada tatilimiz boyunca keyfimizi hiçbirşeyin kaçırmasına izin vermedik. Saat kullanmadık, cep telefonu kullanmadık, acıkınca yedik, yorulunca uyuduk. Üstümden şort, tişört ve sandaleti hiç çıkartmadım. Sanırım ben bu tatilde terbiye olmayı başardım. Poyraz da aç kalmadı, hatta öğlen uykusundan gözünü "anne çorba kokusu alıyorum, çorba içmeye gidelim" diyerek açtığı bile oldu. Hiçbir üzümcünün önünden boş geçmedik. Zaten Bozcaada'da üzüm yiyince, İstanbul'da yediklerimin üzüm değil, üzüm benzeri plastik toplar olduğunu düşünmeye başladım.
Biraz da otelimizden bahsedeyim. Bozcaada Gümüş Otel. Otel dediğime bakmayın ve klasik bir otel konforu beklemeyin. Ama Bozcaada'nın en eski binalarından (500 yıllık olduğunu söyleyenlerin yalancısyım) birinde kalmak gerçekten pek keyifli idi. Eskiden Hükümet Konağı imiş, sonra bir Fransız ailenin evi olmuş. En son da şimdi oteli işleten aile tarafından restore edilerek otele dönüştürülmüş. Otel bir eski, bir de yeni binadan oluşuyor. Biz eski kısmında kaldık. Küçücük bir oda, 2 tane karşılıklı yatak, bir minnacık aynalı şifonyer, bir gardrop ve bir küçük televizyon. Klima yok ama gerek de yok, taş bina olduğundan içi acayip serin idi. Zaten oda pek de umurumuzda değildi, otelin binası bize çok keyif verdi.

Aşağıdaki resim odamızın bulunduğu katın balkonundan görünen manzara. Hemen sağda görünen 2 cam bizim odamıza ait.
Bu da bizim odanın da bulunduğu katın görüntüsü.

Bizim kata çıkan tahta merdivenlerin görüntüsü. Gıcır gıcır tahta kaplı merdivenlerden çıkıp inmek Poyraz'ın da çok hoşuna gitti.
Burası da otelin girişi, tavandaki pervaneye dikkat lütfen. Aynı pervane tüm odalarda da var.
Ve işte otelin giriş kapısı.

Aşağıdaki resim de kahvaltılarımızı ettiğimiz küçük bahçecik. Ağaçların altında, kedili ve köpekli kahvaltılar çok keyfili oluyor.

Bahçenin diğer tarafındaki dinlenme köşesi de pek keyifliydi. Hatta 2. gün Poyraz'ı oradaki minderlere yatırdım. Rüzgarın altında tam 3,5 saat uyudu. Biz de gazete okuyup keyif yaptık.
Bu resmi de otelin sitesinden aldım. Otel binasının görüntüsü. Ama burada göründüğü kadar çorak değil, önündeki ağaçlar ve yeşillik artık neredeyse binayı gizliyor.

Bozcaada'da en çok dikkatimi çeken şeyler hayvanları oldu. Kedileri resmen dingin, sanki adanın dinginliğini almışlar. Köpeklerin hepsi birbirine benziyor ve çok güzeller. Bir de kargası var ki, İstanbul'un kocaman ve vahşi kargalarına hiç benzemiyorlar. Güvercin boyunda ama daha zayıf ve simsiyah kargaları var.

Denize giremediğimiz rüzgarlı 2. Bozcaada günümüzde kalan ada turumuzu tamamlamaya karar verdik. Önce adanın bir diğer popüler plajı Habbele Koyu'na gittik. Mitos Beach isimli işletmenin parsellediği plajda şezlong kirasının 7 tl, 1 kase yoğurdun 6 tl ve bir bardak çayın 3 tl olduğunu görünce oradan hızlıca uzaklaştık.
Adanın her yeri bağlarla kaplı, kuzey ucuna doğru çamlık bölgeler var. Bağların arasında çok güzel taş "evler vardı. Hani insana "alıcan şurdan bir arsa, yapıcan gönlüne göre bir taş ev" dedirtecek cinsten. Toscana vadisi gibiydi valla, umarım bozulmaz oralar da...

Tüm adayı arabayla, motorla ve hatta bisikletle dolaşmak mümkün. Yollar asfalt ve son derece güzel.

Adanın en kuzeyinde bir Çayır Koyu var. Denize giren kimse yok, zaten rüzgar işitmeyi engelleyecek kadar da şiddetli idi. Biz de kumlarda yuvarlanarak tadını çıkardık oranın.

Burası da adanın en yüksek noktası Göztepe. 192 metre yüksekliğindeki bu tepeden adanın her tarafını kuşbakışı görebiliyorsunuz.

2. gün akşam üstü kaleyi dolaşmaya karar verdik. Kaşla göz arasında oğlumu bilmem kaç yıllık toplara golll diyerek vurmaya çalışırken yakaladım :)

Kalede aşk başkadır :)


Bu da kaleden Bozcaada manzarası...

Ve baba aşkımızı kıskanır :))

Bozcaada'nın denizi şimdiye kadar gördüğüm en temiz deniz, limanı da gördüğüm en temiz limandı. Limanda demirli onlarca lüks tekne ve yatta tatil yapan kişiler plaja bile gitmeden hemen limanın içinde denize giriyorlardı. Aşağıdaki limandan bir görüntü.

Başka neler yaptık?
Damla sakızlı türk kahvesi içtik, mutlaka deneyin...
Sokaklarında dolaştık, begonvillerle süslü küçük evler görülmeye değer...
Çay bahçelerinde oturduk, plastik değil tahta sandalyelerde, şemsiye değil kocaman ağaçların altında hem de... Sanırım Bozcaada çay bahçesinde bile bira içilebilen ve tuhaf karşılanmayan gördüğüm tek yer...
Pek bi meşhur Lodos Lokanta'sında yemek yedik. O kadar küçük bir mekana o kadar çok masa olunca yemek 1,5 saat sonra geldi. Bence abartılacak birşey yok. Fiyatlar ortalama İstanbul balık lokantası fiyatları.
Lalezar'da işkembe çorbası içtik, 3 TL ve çooook güzeldi...
Çarşısında dolaştık, hediyelik eşyalara baktık...
Eleni teyze'den domates ve incir reçeli aldık...
Uzun ve bol resimli bir yazı oldu bu. Atladığım şeyler de vardır mutlaka. Ama işin özü şu; "Bozcaada'ya mutlaka gidilmeli. Hatta her sene değişik zamanlarda 3-4 gün gidilmeli."
Ben çok sevdim, çok....