Salı, Ocak 07, 2014

Çocuğu büyüyen annenin sancıları

Çocuk büyüdükçe dertler de büyürmüş. Yaygın kanı bu. Eminim zaman geçtikçe ben de başetmek zorunda olacağım yeni dertlerle karşınızda olacağım. Ama daha zorları gelecek diye bence hayatımızda önemli bir aşama olan bu dönemi ve sıkıntılarını yazmadan geçemezdim.

Baştan söyleyeyim, tespitlerim pedagojik, psikolojik veya sosyolojik değil, tamamen annelojiktir.

Evet ben bir birinci sınıf öğrencisi annesiyim.

Bilenler bilir. Poyraz oldukça sakin ve sorunsuz bir çocuktur. Sabırsızlığı ve yavaşlığı dışında beni yoran bir çocuk değildir, eh o kadarı da olsun artık di mi :)

Lakin, ilkokul 1. sınıfa başladığımızdan beri bize bir haller oldu. Biz diyorum çünkü belki de daha çok bana bir haller olmuştur, bilemiyorum.

Biraz başa döneyim, belki o zaman daha rahat ifade ederim.

Çocuklar sınırları sever aslında. Bu nedenledir ki, ana rahminden çıktıktan sonra sarıp sarmalanmak istemeleri. Sonrasında da hep sınırlarını test ederler, nereye kadar gidebilirim? Ne kadar yaramazlık yapabilirim? Mutfağı ne kadar karıştırırsam artık annem bana dur der?

Sonra anaokuluna başlarlar. Minnacık, size adeta kendinizi cüceler ülkesindeki Guliver gibi hissettiren eşyalarla dolu, küçük bir de bahçesi olan bir yerdir muhtemelen. Çocuğunuzu kaşık kaşık besleyen, yanına yatıp elini tutarak uyutan, terleyince atletini değiştiren, ağlayınca kucağında gezdiren anne muadili öğretmenlerle dolu sıcacık bir yer. Küçük ve sınırları belli, kontrolsüz değil.

Sonra cuma anaokulundan aldığınız çocuğunuzu, pazartesi ilkokula başlatırsınız. İşte film burada kopuyor bende. Ya da birden hızlanıyor. Takip etmekte, anlamakta zorlanıyorum. Belki de takip etme çabam gereksiz ve beyhude bir çabadır, kimbilir.

Bahçeye ilk çıkışını hatırlıyorum. Bacağıma yapışmış ve ne kadar büyük olduğunu söylemişti. Oysa ortalama bir devlet okulu bahçesi, muhtemelen bir uzun kenarını 20-25 adımda katedebilirim. Ama onun sınırlarına göre burası kocaman bir yerdi. Okul 12 derslikli küçük bir okul olmasına rağmen, sınıfları kocaman, sıraları yüksek, mevcudu da kalabalıktı. Benim küçük oğluma göre tabi. Sonra hep beraber büyümesini istedik ondan. Artık oyun az, ders çok idi. Tuvalete kendi gidecek, pantolonunu kendi toparlayacak, sıcak olunca terlememek, soğuk olunca üşümemek için gerekene kendisi karar verecekti. Bahçeden dışarı zinhar çıkmayacak, bahçe demirlerine tırmanmayacak, tanımadığı kişilerle konuşmayacak, kantinden zararlı şeyler almayacak, dolaplara, kapılara, lavabolara asılmayacak, her gün evde çantasını toplayıp, her akşam eksiksiz olarak geri getirecekti. Bu arada da harf adı verilen şekilleri hem yazmayı, hem okumayı öğrenip okulun ana gereğini yerine getirecekti. Ne kadar çok sorumluluk değil mi?

(Birinci dönemin bitmesine yakın, büyük oranda hallettik bu sıkıntıları. Merak eden varsa söyleyeyim. Boşuna kendinizi sıkmayın, geçiyor :))

Bitti mi peki, bitmedi...

Kreşteki görece homojen yapı, az sayıda çocuğa küçücük yaştan beri verilen benzer disiplin, 12 gözlü bir kontrol mekanizması gibi unsurlar nedeniyle "arkadaş" kavramının eğlenceli hali dışında birşey görmemişiz biz. En büyük sıkıntımız, Ayşe bağırdı, Veli koluma vurdu ve benzeri şeyler idi. Oysa şimdi öyle mi ki, 30 tane birbirine benzemez "özgür" birey, artık sınırlarını büyük oranda kendi belirleyecekleri bir ortamda günde 6 saat geçiriyorlar. Ve bu daha az sınırlı özgürlük ortamı, birey haline gelebilmenin zemini de oluyor. Aslında iyi birşey. Ama zor bir durum da. Off çelişkiler...

Niye çelişki biliyor musunuz? Hadi oğlum/kızım kendi kanatlarınla uç bakalım, ben arkandayım, yanındayım diyebileceğimiz bir dünya yok da onun için. Herkesten, herşeyden kuşkulanabileceğiniz, bir kısmında da haklı çıkma ihtimalinizin yüksek olduğu bir paranoya dünyasında yaşıyoruz.Sırf her sabah okulun kapısını süpüren belediye görevlisini birkaç sabah okulun bahçesinde de gördüm diye, çocuğu okula erken bırakamıyorum iyi mi? Muhtemelen adam ya dinleniyordu, ya da su filan içmeye girmişti. Ama ???!!! İşte o ama insanı manyak etmeye yeter. "Bonzai diye ota benzeyen sentetik bir uyuşturucu varmış, okullarda elden ele dolaşıyormuş" haberini okur okumaz, çaktırmadan çocuğa uyuşturucular hakkında bir söylev verişim de bu yüzden. Anladı mı peki? Büyük ihtimalle hayır, aklında sadece "kimseden hiçbirşey alıp yeme" kısmı kalmıştır.

Eee ben nasıl öğreticem bu çocuğa insanları sevmeyi, paylaşmayı, dayanışmayı? Benim gösterdiklerimi sev, benim onayladıklarımla paylaş mı diyeceğim? Nerde birey, nerde özgürlük?

Özgür anne ne de güzel yazmış, çocuklara hayır demeyi öğretebilmeliyiz. Önce nelere hayır diyeceklerini (çok kritik konulardan bahsediyorum elbette, bunların dışında neye hayır diyeceklerine de kendileri karar versinler), sonra da hayır diyebilmeyi. Tek başına bile kalsa doğru bildiğini söylemeyi ve benim ona her zaman kararında destek olacağımı.

Dağıttım sanki, hemen toparlıyorum. İlkokul dönemi, 1. sınıfı teknik nedenlerle daha zor olan ama tümüyle çocuğun birey haline geldiği bir yaşam dönemi. Okuma yazmayı öğreniyorlar ama akademik başarı birincil önemde değil benim için. Bu dönemi, oğlumun kişisel gelişimi için ayırdım. Doğru veya yanlış, tercihleri olan, tercihlerine saygı duyacağımı bilen, kendi hayatı ve sağlığı için neye dikkat etmesi gerektiğini bilen, uyumlu ama sürü psikolojisinde olmayan, gerektiğinde hayır diyebilen bir birey yetiştirmek için. Okumayı, yazmayı sevmesi, öğrenmekten, araştırmaktan keyif alması benim için çok önemli. Bunları destekleyeceğim. Söz veriyorum.


Lev Tolstoy - Dev Şalgam. Oğlumun baştan sona okuduğu ilk kitap.  Tarih 5 Ocak 2013