Cuma, Nisan 10, 2015

Benim oğlumu okuldan almam gerek

Bir süredir bir miktar sıkıntılıyım. Poyraz’la ilgili. Yok endişe etmeyin bir sağlık sorunu filan yok oğulcuğumun. Durum biraz farklı.

Poyraz bir devlet okulunda 2. sınıfta okuyor. Şanslıyız ki öğretmenimiz son derece tatlı, ufuk açıcı, çocukların farklılıklarını önemseyen, bu farklı yanları beslemeye çalışan iyi bir eğitimci.
Bu kısmında –ki oldukça önemli bir kısım- sorun yok. Lakin eğitim alma, okula gitme denen mevzunun kendisi ile ilgili ciddi sıkıntılarımız var. Bilmiyorum belki de ben abartıyorumdur. Olsun abartacağım. Çünkü ben de iliklerime kadar hissediyorum oğlumun sıkıntısını.

Poyraz çok küçüklüğünden beri, doğaya ve özellikle hayvanlara ciddi merak duyan, bu konuda okumayı, araştırma yapmayı, resimler yapmayı ve özellikle de konuşmayı seven bir çocuk idi. Hatta konuşmayı o kadar sever ki, konuşmaktan ağzındaki lokmayı yutmaya fırsat bulamadığına çok şahit oldum ben. O anda her ne yapıyorsa, eğer konuşmaması gerekiyorsa veya mecbur olduğu bir işi yapıyorsa kafada kesin başka bir süreç işliyordur. Arka planda kesin bambaşka bir şey düşünüyordur. Bu yüzden iki komutu aynı anda içeren cümleler kuramıyorum. "Oğlum çantanı topla ve pijamalarını giy" dediğimde, çanta toplanırken bambaşka dünyalara dalan oğlumu pijama safhasına getirebilmek için en az 3-4 ara komut daha vermek zorunda kalıyorum.

Birçok çocukta benzer şeyler olabilir, bilemiyorum. Sonuçta bu kadar detaylı bir gözlemi ben ancak kendi çocuğum için yapabiliyorum. Bunu da benim çocuğum farklı demek için değil, bu tespit de burada dursun demek için yapıyorum. Yanlış anlaşılma olmasın. Ve hatta benzer durumda olan başkaları da varsa, mutlaka tanımak, tanışmak isterim. Belki hep birlikte bir çözüm buluruz, çocuklarımıza destek oluruz.

Neyse konuya döneyim. Poyraz okumasına olanak verdiğimiz kitap ve dergiler sayesinde okuma ile arasında olan sorunu çözse de yazmayı hiç sevemedi. Resim yapmayı da hiç sevmezdi küçükken, ilk çubuk adamını 4,5 yaşında çizmişti mesela. Şimdi de yazmak zorunda olduğunda çok sıkılıyor, zorlanıyor. Bu nedenle de çok zorlanıyor. Sayfalar dolusu matematik ödevini sevinçle yapıyor, ama 2 satır yazması gereken bir ödev olduğunda o cümleleri kısaltmak için ne kadar yaratıcı fikirler geliştirdiğini görseniz şaşarsınız.

Öğretmeniyle çok güzel bir işbirliğimiz var, beni çok güzel yönlendiriyor. Hatta yönlendirmekle kalmayıp, sakinleştirdiği de çok oluyor. Zira ben bazen kontrolümü fena halde kaybedebiliyorum.

Her güne bir kurşun kalem…
Çünkü kalemtıraşıyla kalemi öyle sipsivri açmaya bayılıyor. Tabi o sipsivri uç çok daha kolay kırılıyor. Hele o uçla yazı yamak dışında bilumum şey yapılırsa. Silgi yontmak, defterin tüm sayfalarını tek seferde delmeye çalışmak ve hatta toprağı kazmak…

Her hafta pantolon, tişört veya eşofmanda bir kesik veya delik…
Kirlenir anlarım, düşer yırtılır anlarım. Be çocuum, sıkıntıdan insan kolunu, paçasını keser mi? Sivri kalem uçlarıyla delikler açar mı?

“Evet yapar, doğaldır” dediğinizi duyar gibiyim. Hatta kimileriniz “sen unuttun herhalde 8 yaşındaki halini” diye de çemkirecektir de. Yok unutmadım. Ben de inanılmaz meraklı, inanılmaz deney yapan bir çocuktum. Babasının da bu konuda dillere destan bir ünü var. Bu durumda armut dibine mi düşer, düşer…

Lakin iş bunlarla bitmiyor. Önce beni 2 gün okul, 2 gün tatil olması gerektiğine, çocukların öğrenmek kadar eğlenmeye, gezmeye de ihtiyacı olduğuna ikna etmeye çalıştı. Hayatın kendisinin ne kadar öğretici olduğu konusunu kesinlikle çok önemsiyorum. Hatta hayat bilgisinin kitaplardan çok, hayatın kendisinden öğrenilmesi gerektiğini savunuyorum. 40 yaşına geldim o kadar çok insan tanıdım ki, eğitimli ama hayat bilgisi yoksunu. 5 gün okul 2 gün tatilin bir kural olduğunu, tüm dünyada bunun bu şekilde işlediğini, anne babaların işe gitmek zorunda oldukları günlerde çocukların da okula gittiklerini söyledim. İkna olmadı ama kabullendi.

Sonra birkaç hafta bir baş ağrısı sorunu yaşadık. Derste veya ödev yaparken çok sıkıldığını, strese girdiğini ve başının da bu nedenle tam da bu zamanlarda ağrıdığını anlattı. Tabi bunda benim de payım çok. Bir an önce bitirip kaçmak istediği için poposunun yarısıyla oturduğu sandalyeden, kalemi tutuş şekline, harflerin boyutlarından, silgiyle yarım yamalak sildiği yazılara kadar her şeye müdahale ettiğim için çocuğun ekstra strese girdiğine eminim. Bu süreçte tavrımı değiştirince, baş ağrılarımız da azaldı.

Sonra en son olarak dün, gelecek hafta İngilizce sınavı olacaklarını ve bu nedenle çok stresli olduğunu söyleyerek geldi eve. Sene başından beri İngilizce’ye asla ana derslerden biri gibi muamele etmediği ve çalışmak konusunda son derece isteksiz olduğu için de son derece endişeliydi. Yapamayacağım, başaramayacağım diye dolandı. Ben “çalışırız” dedikçe de, çalışarak geçirmesi gereken zamanda izleyemeyeceği çizgi filmleri düşünerek daha çok telaşa kapıldı sanırım. 

“Hep böyle sınavlar mı olacak?” dedi, “evet” dedik. 
“Ben de abim gibi böyle herkesin bir okulda beraber girdiği büyük sınavlara girecek miyim?” dedi, “evet” dedik. 
“Mecbur muyum?” dedi, “bilim insanı olmak istiyorsan ne yazık ki mecbursun, her bilim insanı olmak istiyorum diyen o okula girerse ne olacak? Kimin yapıp, kimin yapamayacağını anlamak istiyorlar” dedik. 
“Peki ya başaramazsam?” dedi, benim 8 yaşındaki oğlum seneler sonra girmesi muhtemel sınav için 
 “İmam olursun” dedi babası, şakayla karışık. 
“Başaramazsan okulu bırakır, çalışmaya da başlayabilirsin” dedim, acı acı… 

Bu arada belirteyim, okul başarısı ve meslek seçimi konusunda zerrece hırs yapmış veya tercih belirtmiş değiliz.

Sonra 6 yıl önce La Colmenita müzikal topluluğu ile ülkemize gelen ve 1 hafta evimizde misafir ettiğimiz 14 yaşındaki Küba’lı tatlı Hanser geldi aklıma. Onun hiiiiç böyle dertleri yoktu. Büyüyünce ne olacaksın diye sorduğumuzda, en sevdiği iki hobiden birini, futbolu veya müziği söyleyeceğini düşünmüştük. Ama o biyoloji konusunda uzmanlaşacağını (dikkat edin uzmanlaşmak istediğini değil, uzmanlaşacağını), biyomedikalle ilgilendiğini, bir alternatif olarak da okyanus canlılarının biyolojik çeşitliliği üzerine çalışacağını söyledi. İnsanın alacağı eğitim konusunda hiçbir kaygısı olmaması ne güzeldir kimbilir… O zaman 14 yaşında böyle özgür hayaller kurabilirsin işte.

Netice şu, bu eğitim sistemi kesinlikle çocuklara uygun değil. Dünyanın en iyi öğretmeni ile de çalışsanız, yıllar sonra gireceği sınava dair başaramayacağım korkusu yaşıyorsa bir çocuk, bu eğitimden bir hayır gelmez.


Salı, Şubat 10, 2015

"İç Ses" veya "Boykottayız"

Dün sabah hemen yakınımızdaki çok ünlü bir anadolu lisesinin 2. döneme başlama merasimi ile uyandım. Muhtemelen okulun bir kadın yöneticisi, kulak tırmalayan korkunç bir sesle; “gerizekalı mısın evladım sen, yerine geçsene” diye bağırıyordu. Ne hoş bir karşılama değil mi? 14-18 yaş arası muhtemelen 1000’e yakın öğrenciyi, pırıl pırıl gencecik insanları sabahın köründe karşılamak için seçilmiş muhteşem cümleler. Sonra düşündüm, mesela öğrenciler okulun bahçesinden içeri girdikleri sırada en sevdikleri müzik parçaları çalsa, dans etseler, öğretmenleri onlara eşlik etse nasıl olurdu diye.

Sonra sosyal medyada dolaşırken, bir yazıya rastladım. Endonezya’nın Bali adasında bir yeşil okul varmış. Ya da moda tabiriyle bir ekolojik okul. Okul iklime de uygun bir şekilde sadece hasır ve ağaçtan yapılmış. Okulun toplam arazisi 7500 m2. Okulda duvar filan yok, dileyen dilediği derse katılıyor, istemiyorsa gidip oyun oynuyor, doğayla iç içe bir gün geçiriyor. Eh ne de olsa oyun en iyi öğrenme şeklidir, değil mi? Ama bunun bedeli ağır, okulun dünyanın her yerinden gelen öğrencileri için yıllık ücreti, ortalama bir Bali ailesinin yıllık gelirinin 3-4 katı.

Keşke ülkemizde de okullar bu kadar sıkıcı olmasa. Bahçeleri toprak olsa, çocuklar eğlenerek, oynayarak öğrenseler. Okula ayakları geri geri değil, koşarak gitseler. Var böyle tekil örnekler. Son derece iyi niyetli çabalarla kooperatif mantığında çocuklar için kesinlikle çok daha keyifli okullar ve eğitim biçimleri sunmaya çalışan, farklı okulların mümkün olabileceğini göstermeye çalışan insanlar var. Zor bir işe giriştiler, umarım altından kalkabilirler. Sonuçta bu çarkı döndürmek için, kooperatif de olsa belli bir maddi yükün altına girdiler. Devlet böyle şeyleri desteklemeyi bırakıp, aksine köstek oluyor çünkü.

Sonra ofise geldim, posta kutumda bir arkadaşımın ağlamaklı yazısı ve bir gazete haberinin bağlantısı. Arkadaşım bu haberin kendisine çok ağır geldiğini ve benimle paylaşmak istediğini yazmış. Haber özetle şu;

“2012 Çocuk İşgücü Anketi verileri Türkiye’de 292 bin çocuğun hala ekonomik faaliyetlerde çalıştığını göstermektedir. Bir taraftan çalışan çocukların dört üçü ücretsiz aile işçisi olarak çalışmaktadır. Diğer taraftan 47 bin çocuk ekonomik faaliyetlerde hem haftada 40 saatten uzun çalışmakta, hem de karşılığında çok düşük ücretler almaktadır. Ev işlerinde çalışan yaklaşık 10 bin çocuk da, haftada 40 saatten fazla iş yaptığını söylemektedir. Bu çocukların aileye yardım etmekten çok daha fazla çalıştıkları, hatta hane içi üretimin büyük kısmını yüklendikleri düşünülebilir. Böylelikle 47 bini ev dışı işlerde, 10 bini ev işlerinde olmak üzere toplam 57 bin çocuk haftada 40 saatten fazla çalıştığını söylemektedir.”

292 bin çalışan çocuk!!

57 bini haftada 40 saatten çok çalışıyor!!

Bırak ekolojik olanı, dört duvarı olan, içinde bir öğretmen olan bir okula bile giremiyor bu çocuklar.
“Amaaaan benim çocuğum okuyor, eh fena bir okul da değil. Öğretmenimiz de oldukça iyi” diyenler, rica ediyorum yazının gerisini de okuyun.

Arama motorlarından birine “eğitimde dinci gericileşme” yazın ve yazı okuma zahmetine girmemek için görsellere basın. Neler görüyorsunuz? Tamamı türbanlı, cübbeli ve sarıklı anaokulu öğrencilerini gördünüz mü? Evet evet İstanbul’un göbeğinde. Çocukların çantalarına konulan, gerici içeriklerle, hurafelerle dolu kitaplardan haberiniz var mı? Aaa ama yoktur tabi, sizin çocuklar güvende.

Liseye girmek için Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) isimli bir sınava giriliyor. Bu yıl ikinci kez uygulanacak bu geçiş sisteminde geçen yıl neler oldu biliyor musunuz? Sınava giren hiçbir çocuk Türkiye’nin çok başarılı, çok prestijli devlet okullarına giremedi. Bu okullara girenlerin de listesi açıklanmadı. O kadar çok tam puan alan oldu ki, nedeni niçini sorgulanmadan arada kaynadı gitti bu durum. Zaten daha sonra da bu 40 okul, Milli Eğitim Bakanlığı’nın etki ve yetki alanından çıkartılıp, doğrudan Milli Eğitim Bakanı’nın kendisine bağlandı. Artık bu okullarda neler olup bittiğine kimse karışamayacak, bilemeyecekler çünkü.

Hadi çocuğunuzun şansı yaver gitti ve ortalama bir devlet okuluna yerleşti. E hadi gerici kuşatmayı bir kenara koyduk diyelim, tanesi 1 liraya birçok okulun kapısının önünde satılan sentetik uyuşturuculardan nasıl koruyacaksınız çocuğunuzu? Bonzai kullanma yaşı 11’in altına düşmüş, hastanelerin acil servislerine her gün onlarca çocuk geliyormuş madde bağımlılığından.
Kafam karıncalanıyor, sadece ben miyim bunları okudukça kendini çok kötü hisseden? Sadece kendi çocuğunu değil, tüm çocukları düşünen?

Mesela ben gerçekten çok merak ediyorum, Soma’da ölen madencilerin çocuklarına dağıtılan ayakkabı, giysi ve oyuncakları gören diğer çocukların “keşke benim de babam ölseydi” demeleri yüreğinizi sızlatmıyor mu? O çocuklara kızmak mümkün mü?

Cuma günü boykot var, 13 Şubat Cuma günü çocuklar ve öğretmenler 1 gün süreyle eğitimi boykot edecekler. En başta laik ve bilimsel eğitim talebiyle. Ama aynı zamanda,

Çalışan çocuk kalmasın, tüm çocuklar okusun diye..

Soma’da ki çocuklar için…

Berkin için…

Eşit ve parasız eğitim için…

Sadece başka bir okul değil, başka bir dünya da mümkün diyebilmek için..


Biz de boykota katılacağız.