Pazartesi, Ekim 30, 2006

Artık okumayı öğrenmek çok zooorrr

Günaydın sevgili arkadaşlarım,
9 günlük bir aradan sonra tekrar işimin başındayım. Fiziksel olarak oldukça yorgun ancak, kafaca dinlenmiş durumdayım. Tatilimin son 3 günü canım oğlum da annesi ile birlikte yanımdaydı ve çok keyifliydi. Biliyorsunuzdur Anı bu sene ilkokula başladı. Aslında ay hesabıyla okula başlayabildi, zira sadece 20 gün geç doğsaydı seneye başlayacaktı. Demek istediğim benim miniğim sınıf arkadaşlarına göre birazcık küçük kalıyor. Ama açıkçası gidişat hiç de fena değil.

Sanırım genel olarak okulda ilk aylar böyle zor geçiyor. Annesi sürekli başında ona yardımcı olmya çalışıyor. Ve yeni okuma yazma öğrenme metodu nedeniyle hepimiz zorlanmış durumdayız. Hem el yazısı, hem de eğik yazmayı öğreniyorlar. Çocuk matbaa harflerini pek anlamıyor. Ayrıca bizim zamanımızdaki gibi fiş, kelimeden heceye gitme filan yok. Sanırım Türkçe'de en sık kullanılan harfleri sırayla gruplamışlar ve onlardan kelimeler türeterek ilk cümlelerini oluşturuyorlar. Şimdiye kadar Ela, Lale, Talat, Ata, ot, at, ele, elle, atla, otla..... vs türevi kelimeler öğrendiler.
Dünkü ödevi, bu kelimelerden oluşan 20 kelimelik bir kümenin içinden anlamlı cümleler oluşturmaktı. İlk bombayı kümedeki kelimeleri okumaya çalışırken patlattı. Diyalog şöyle;

- Burda ne yazıyor oğlum?
- Aaaaa, Ali
- Oğlum siz ali yazmayı öğrendiniz mi, A harfini görür görmez ali diyorsun?
- (Havaya bakarak) Aaaaa...
- Oğlum tavanda mı yazıyor, defterine baksana. Hangi sesler var burda, sesleri çıkart bakalım. O zaman bulacaksın.
- Aaaaaa, Tııııı, Aaaaaa.... Ahu Tuğbaaaa
(Burda kahkahaları koyveriyoruz)

Okuma ve kelimeleri anlama faslı geçtikten sonra defterine cümle yazması için annesi onu yalnız bırakıyor. Defterdeki cümleler şöyle;
Ela un ele.
Lale Ela el ele.
Lale Ata ot at.
Ata ata atla (????)
Lale at elle (????)
Ela al elle (????)

Çocuk delirmeden ödev yapmayı bıraktırdık. Annesinin hayal gücünün ne kadar geliştiğine inanamazsınız :)))

Perşembe, Ekim 26, 2006

İşte gerçek bir sorun...


Tam da az önce gereksiz şeylerin çok sorun edilip, bizi mutsuz etmesinden bahsetmiştim değil mi?
Cuma günü Manyas Gölü'nde, salı günü de Gemlik'te olan 5.2'lik depremler unutmaya çalıştığımız bir kabusu hortlattı sanki. Unutmak yanlış olur tabi ama insan kafasında sürekli bir deprem beklentisi ile yaşayamıyor ki? Hangimiz biliyoruz yaşadığımız mekanların depreme ne derece dayanıklı olduğuunu ki... Ya da olası bir depreme nerede yakalanacağımız...
Az önce televizyonda bu konuda belki de en güvenilir bulduğum bilim insanı olan Naci Görür'ü izledim. "Bu 5.2'lik depremler Marmara Çanağı'nda oluşan çatlamalardır. Çanak kırılmak üzere, en fazla 30 yıl dayanır. Şu dakikadan itibaren her an 7.6'lık bir deprem olabilir" dedi. Tüm rsikli yapılar acilen güçlendirilmeliymiş. Başta da okullar ve hastaneler... Herkes kendi içini rahatlatmaya çalışıyor doğal olarak. Bizim oturduğumuz apartmanı İTÜ'deki bir profesör yapmış mesela, adam zamanın deprem uzmanlarındanmış filan. Karısı ve oğlu hala bu apartmanda hala ve hiçbir depremde evlerini terketmiyorlar. O derece güveniyorlar yani. Bu arada ev 30 senelik, yıpranmadan kimse bahsetmiyor.
Annemlerin ev kaya üstünde, hatta bodrumda o kayanın bir kısmı duruyor. Dinamitle bile patlatamadıkları için üstüne apartman dikmişler. O kadar sağlam (!) yani...
Peki ya işyeri? Oğlumun okulu? Alışveriş yaptığımız market? Yürüdüğümüz sokakların yanındaki binalar?
Sürekli teyakkuzda mı olacağız yani? Evde deprem çantası, kaçış senaryosu, televizyonda boy boy haritalar. Alışveriş merkezlerinde acil çıkışlara dikkat...
Oooof, of.... Oğlum seni görüp göremeyeceğimi bile bilmiyorum... Çok korkuyorum, çoook...

Gerçek sorunlar ile sanal sorunlar...

Bu sefer gerçekten yorumlarınıza ve deneyimlerinize ihtiyacım var.
Annelik ve babalık insanı ne kadar değiştiriyor? Az sonra yazacaklarım anne-baba olmakla mı ilgili, belli bir karakter özelliği mi, yoksa belli bir kuşağa mı aitler sadece?

Sizin de başınıza geliyordur, en azından etraftan duyuyorsunuzdur (ki bu durumda başınıza gelmediğini kabul ediyorum ve sizi şanslı sayıyorum). Hayatta neler sorun edilebiliyor değil mi? Bu çok havada bir soru bunun farkındayım. Elbette ki herkesin sorun tarifi, bakış açısı ve esnekliği farklıdır. Ama anne-baba söz konusu olunca, işin içine biraz bencillik girmiyor mu sizce? Yani hemen hemen tüm anne-babalar "çocuklarının iyiliğini düşünmek" bahanesinin ya da örtüsünün altından çocuklarına kendilerine ait bir malmış gibi davranıp çeşitli dayatmalarda bulunmuyorlar mı?

Çok mu karışık yazdım? Benim de kafam karışık da ondan... Peki daha net sorayım?
Kaçınızın ailesi "çocuğum üşütürsün" diye başlayıp, aslında hiç hoşlanmadıkları veya dekolte buldukları bir kıyafeti giymemeniz için gittikçe tehditkar hale gelen sözler sarfediyor? Ve asıl gerekçe 26 yaşında genç ve güzel bir bayan olmanıza rağmen bir "anne" olmanız oluyor? Çok mu spesifik bir örnek oldu?
Peki, kaçınızın ailesi siz yeni bir ev kiraladığınızda kendilerine akıl danışmadığınız için gönül koyuyor?
Ya da kaçınızın ailesi, gerçekten zor durumda birisinden bahsederken, "halimize çok şükür, ne dertler var" diyip, sonra ne bileyim evinizdeki eski kanepeyi, ya da olmayan fritözü bahane edip kendine dert yaratıyor?
Kaçınızın ailesi (bu konuda özellikle anneleri saygıyla anıyorum), daha sonuçlanmamış bir iş için olabilecek en kötü sonuç senaryosunu yazıp, kendisini bu sonuca inandırıp, hem kendisine, hem de etrafına hayatı zindan ediyor?

Çok küçükten beri hep dayatmalara maruz kaldık. Eminim birçoğunuz öyledir. Ve yine eminim ki gerçekten aslında iyiliğimizi düşünüyorlardır. Ya da öyle sanıyorlar. Sonuçta -asla kabul etmeseler de- sevdiği işi yapamayan, istediği sporu yapamamış, istediği enstrümanı çalamamış, birçok faydalı hatayı yapamadığı için ders alamamış, en az bir kez dövme yaptıramamış, en az bir kez saçını maviye boyatamamış, ya da bir ayağına yeşil, bir ayağına kırmızı çorabı 14-16 yaş arasında giyememiş, trenle yurtdışına çıkıp, uyku tulumunda uyumamış, karda üşümemiş, yağmurda ıslanmamış eksik bir kuşak olmuşuz.

Bir kez ipin ucu kaçınca da, tekrar toparlamak imkansız hale gelmiş. Bunları yazıyorum, çünkü benzer bir anne olmaktan çok korkuyorum. Tam aksi, neredeyse herşeye boyun eğen bir anne olmaktan da çok korkuyorum. Bunları da hatırlayayım ve de hatırlatayım diye yazıyorum.

Kendime söylüyorum, siz de gerekirse üzerinize alınabilirsiniz:))

Sakın çocuğunun istemediğin bir davranışını engellemek için, "umarım o kadar yaşamam" sömürüsünü yapma...
Çocuğunun senden çooook farklı bir karakteri, beğenileri, algılayışı ve bakış açısı olabileceğini kabul et ve fikrini belirtmekle yetin, dayatma yapma....(not: uyuşturucu kullanmak, alkolizm...vb bir yaşam biçimi değildir)
Ahlak anlayışı saçla, başla, tırnakla, çorapla belli olmaz, yüreğine ve aklına bak...
Çocuğunun büyüdüğünü kabul et, tavanından sular da aksa, pencerelerinden soğuk da girse evini kendisi seçmelidir, sen karışma...
Herkes hata yapar, yapmalıdır. Bunu önceden görebilsen de, çocuğun göremeyebilir. Hakaretler yağdırıp, tehditler edeceğine, sevgini ve desteğini ondan esirgeme ki, hatasını anladığında hala yanında olsun...
Çocuğun büyüyüp eşşek kadar olduğunda, hatta neredeyse yolun yarısına geldiğinde ve o da anne-baba olmaya karar verdiğinde bebeğin mobilyasına, giysisine ve en önemlisi adına sakın ama sakın karışma...
Çocuğunun birlikte olduğu, hayatını paylaşmaya karar verdiği kişiyi sevmeyebilirsin. Onun herşeyini kabul etmek, anlayış göstermek, hoş görmek zorunda da değilsin. Ama çocuğunun tercihine saygı göstermek zorundasın...
Sürekli anlatmaya, ikna etmeye çalışmak yerine dinlemeye ve ikna olmaya da çalışmalısın..
Çocuğum benim genlerimin de içinde bulunduğu bir genetik kombinasyonla dünyaya gelmiştir. O bana ait değildir, onun kendine ait yaşamsal özellikleri vardır. Onu büyütüp, uçmaya hazır hale getirmektir benim görevim. Onu sonsuza kadar severim, onu sonsuza kadar görmek isterim, onunla sonsuza kadar yardımlaşırım, paylaşırım. Ama duygu sömürüsü yapmak, tehdit etmek, dayatmak, yaptırım uygulamak en iyi ihtimalle mutsuz ve eksik bireyler yaratır... En kötü ihtimalle artık ortada öyle birisi kalmaz...

Siz ne diyorsunuz arkadaşlar? Var mı gelecekteki kendinize "kulağa küpe" önerileriniz?
Özlem

Cuma, Ekim 20, 2006

2. düzey ultrason maceramız

Dün akşam daha 12 Temmuz'da randevusu alınan 20. hafta kontrolümüz için Prof. Dr. Atıl Yüksel'e gittik ve detaylı ultrason da denilen 2. düzey ultrasona girdik. Tam 15 dakika sürdü ve ben 15. dakikada nakit olarak 300 YTL ödüyordum. Biraz film seyretmeyi umarken fragmanını seyretmek gibi oldu ama sonuçta duyduklarımız bizi mutlu etti. Atıl Bey, tek tek tüm iç organlarına baktı, bilumum kemiklerinin boyunu, kafa ve karın çevresini filan ölçtü. Kalbine giden kan akışına baktı. El ve ayak parmaklarını saydık beraber. Sadece 1 kez profilden gördük, ağzını açıp kapıyordu. Sanırım bu da abisi gibi alt dudağı olmadan doğacak :)) Anı da alt dudağını yutmuş gibiydi, çok tatlıydı benim kuzum çok...

Neyse sonuçta yapılan tüm kontroller iyi çıktı. Görünen bir problemi yok oğluşumun...

Bu sabah da Özü ile kızını gördüm rüyamda. Beyaz kısa kollu bir body ve ayağında beyaz çoraplarla çok tatlıydı benim güzel kızım. Bayaa saçları vardı. Etrafa gülücükler saçıyordu. Kıvanç kusura bakmasın hiç ama, annesine benziyordu valla :))

Bu şekilde uyanınca keyifli kalkıyor insan, doğsalar da doya doya öpsek koklasak.
Bir başka keyif de bugünün cuma olması. Ama öyle sıradan bir cuma değil. Önümüz bayram, sonra da 2 gün izin aldım. Tam 9 günlük bir tatile hazırım. Bol bol dinlenmeyi hedefliyorum... Umarım bir aksilik çıkmaz. Bu vesile ile herkese de iyi tatiller dileyeyim bari...
Çok öpüyorum...

Pazartesi, Ekim 16, 2006

Balık Burcu Bebeği


En sevdiği cümle: "gereksiz..."
İyi yönleri: hassas, merhametli, kibar, önsezileri güçlü
Olumsuz yönleri: kararsız, karmaşık, kolaylıkla kafası karışır


Balık burcu hassas, sevgi dolu, duygusal bir burçtur ve sizi sevgi denizinde boğabilir. Perilere, cinlere, hayaletlere inanır. Ona yatakta bir ninni söyleyerek veya güzel masallar okuyarak sakince uyumasını sağlayabilirsiniz. Hayalperest olan balık burcu çocuğu sevgi ve desteğe tüm burçlardan daha çok ihtiyaç duyar. Bunlar olmadığında gergin ve dengesiz davranışlar sergileyebilir. Rutinlikten hoşlanmaz ve programlanmış şeyleri sevmez. "Sırf duvardaki aptal bir saat öyle söylüyor diye" belli saatlerde yemek yemeyi , yatmayı vs. sevmez. Belli bir süre sonra okul kurallarından da sıkılabilir. Ona daha ilk günlerden itibaren yavaş yavaş disiplinli olmayı öğretmelisiniz. Ancak bunu yaparken dikkatli olmalı, aceleci davranmamalsınız. Aksi halde onun doğuştan getirdiği hayalgücü ve yaratıcılığını zedeleme riskiniz vardır.
Oyunlarla, resimlerle, ufak hikaye ve şiirler yazmasını sağlayarak ona hayallerini gerçeğe döünüştürmenin yollarını göstermelisiniz. Balık burcu hassastır ve duyarlıdır, bu yüzden onun ne kadar kolaylıkla gözlerinden yaş geldiğini görüp şaşırabilirsiniz. Bu hassaslığı daha sonraki hayatında ona güvenilen, merhametli ve anlayışlı bir insan olmanın yollarını açacaktır.

Yorucu bir hafta sonu

Güzel ama yorucu bir hafta sonu geçirdim. Antalya'dan çok sevdiğim arkadaşım Evren geldi. Cumartesi pazar onunla dolaştık, gezdik, yedik, içtik... Kesinlikle çok keyifli ama benim gibi neredeyse yolu yarılamış bir hamile için çok da yorucuydu tabiii..... Eğer bundan sonra ben doğum yapmadan tekrar gelirse Evren, kesin erken doğum yaparım :))
Bugün itibariyle 19. haftamızı doldurmuş, 20. haftamıza girmiş bulunuyoruz. Bir hafta sonra resmen yolu yarılamış olacağız. Ha gayret bebeğim, kalan yolu da şimdiye kadar olduğu gibi sağlıklı bir şekilde tamamla da hayatımızı şenlendir, abimizi sevindir... Seni çok özlemiş, öyle diyo abicik...
Hazır 19. haftamızı tamamlamışken, biraz da tıbbi bilgi verelim di mi?

Arada önemli farklar olmasına karşın hamilelerin çoğu bebek haraketlerini 18-20 haftalar arasında hissedebilir. Bu bir güvenlik duygusu oluşturur. Gerçekten de özellikle son aylarda bebek hareketleri bebeğinizin iyi olduğunu gösteren güvenilir bir bulgudur. İlk hareketler daha çok hafif seğirmeler şeklinde olur, bazen barsak hareketleri ile karışabilir. İlerleyen haftalarda bebeğin büyümesi ile çok güçlü tekmeler çekilme ve kabarmalar hissedecek hatta dışarıdan bile fark edebileceksiniz. Her bebeğin oynaması farklı olabilir. Düzenli olarak takip ederseniz bir süre sonra kendi bebeğinizin ne kadar hareketli olduğunu kavrayabilirsiniz. Bebeğinizin cildinde Vernix Caseosa adı verilen krem rengi ve vamında bir madde bulunur. Bazan doğum da da bu maddeyi görebilirsiniz. Hızlı beyin gelişimi ve kas kontrolünün gelişmesiyle bebeğiniz istemli hareketlerine de başlar. Ultrasonografide bebeğinizin elini ağzına götürdüğünü, avucunu açıp kapadığını izleyebilirsiniz. 19. hafta detaylı ultrasonografi için uygun bir haftadır. Bu hafta sonunda bebeğinizin boyu 22 cm. ve ağırlığı tam 280 gram.

Bişeyler hissediyorum ama kıpırtı mı, gaz mı bilemiyorum. Sabrediyorum herhalde bebeğim varlığını uygun zamanda bana hissettirecektir öyle değil mi?
19 Ekim'de, 3 gün sonra yani, detaylı ultrasona gireceğiz. Bebeğimi görmeyeli 20 gün oldu valla, meraktan çatlıyorum. Ne kadar büyümüş, ne kadar kilo almış, herşey yolunda mı, içimiz dışımız herşeyimiz sağlıklı mı?
:)) Klasik anne kaygılarına kapıldım bile değil mi...

Cuma, Ekim 13, 2006

Günden seçmeler...


Bir ara ümidimi yitiriyordum. Gittikçe okuyucusu azalan bir yazar oluyorum diye :)
Meğer sadece sesleri çıkmıyormuş benim okuyucularımın. Yazmadığım için kızanlar olunca okuduklarını anladım. Teşekkürler Tuğba'cım ...
Bugün cuma, yarın da Evrencik geliyo Antalya'dan. Biraz beni özlemiş, biraz da İstanbul'u:)
E kışlık alışveriş de yapması gerekince, bu İstanbul seyahati kaçınılmaz oldu. Doğrusu ben de özlemiştim Evrencik seni, hergün görüşüp kaynatsak daaa, yüzyüze görüşmek gibi olmuyo. Hem daha göbeğimi göstercem sana :)
Bugün birazcık sıkıntılı bir hamilelik günü. Dün akşam yoruldum ve belim ağrıyor. Yatakta dönmek çok zor oldu. Hala da hem belim, hem belimden vuran ağrı nedeniyle karnım ağrıyor. Gaz da cabası. Eeee olacak o kadar değil mi, hamileyiz yani.
2 haftadır evin işiyle uğraşmaktan oğlumu göremedim ve onu çok özledim. Gerçi her akşam arayıp günlük havadisleri dinliyorum ama sarılıp koklayamadım altıntopumu...
Dün akşam gene kırmış geçirmiş bizimkileri. Yemeğini biitirmiş salonda oynarken mutfakta olan annesine seslenmiş; "anneeeee koş, haber gülteni başladı". Yeni öğrendiği kelimeleri cümle içinde kullanmaya bayılıyor. Gülten de bunlardan biri :))
Akşam yattıklarında annesine sorduğu soru ise noktayı koymuş.
"Anne, haber gültenlerini hep sikikerler mi sunuyooo?"
Böyle durumlarda ne kadar yanlış olsa da, kocaman bir kahkaha kaçınılmaz oluyor. Canım oğlum benim, minik zuzum....
Bugünkü blog resmim Ceylan'dan... Teşekkürler Ceylan!

Salı, Ekim 10, 2006

Mitolojide Boreas - the Greek god of the North Wind


Boreas was the Greek god of the North Wind who lived in a fertile region of Greece called Thrace. He is at home beside the river Strymon, but also inhabits a cave on Mount Haemus, a favorite haunt of the monster Typhon.
Sometimes said to have serpent-tails for feet, Boreas blew from the north, whistling through his conch. He often is depicted as being amber-winged, extremely strong, sporting a beard, and normally clad in a short pleated tunic.
Boreas is the son of Eos (Dawn) and the Titan Astraeus (some say that Aeolus is his father), and the brother of Zephyrus, Eurus and Notus (some mythographers also make him brother to Hesperus). Unlike the gentle Zephyrus, however, the violent and stormy North Wind was capable of terrific destruction. Gods often appealed to him to torment mortals, such as the time Hera asked him to shipwreck the hero Heracles (Hercules) on the island of Cos. Still, he often helped sailors by providing them with a friendly breeze.
Boreas once disguised himself as a dark-maned stallion and mingled with twelve of the 3,000 mares grazing beside the river Scamander. These famous horses belonged to Erichthonius, and from the union were born twelve fillies. They were so fleet that they could race over ripe ears of field corn without bending them, or over the crests of waves.
Boreas is notorious for kidnapping Oreithyia, who was the daughter of Erechtheus and Praxithea, king and queen of Athens. The wind god had long loved the young girl and had repeatedly asked her parents for her hand in marriage. However, they kept putting him off, telling him to wait, and using delaying tactics on Boreas.
The North Wind began to lose patience and decided to abandon his modest wooing: One day, Boreas saw Oreithyia playing beside the river Ilissus. Taking advantage, he swooped down unseen by anyone, tucked her beneath his amber wings, and carried her off to a rock near the river Ergines. Wrapped in a mantle of dark clouds, he then proceeded to ravish the helpless maiden.
Oreithyia became his wife and they settled down at the city of Thracian Cicones. They had twin sons, called Calais and Zetes (the Boreades), who were born normal but grew golden wings on their shoulders upon reaching adulthood. These swift men took part in the famous Quest for the Golden Fleece, accompanying Jason as part of the Argonauts, but were later killed by the great hero Heracles (Hercules). Boreas and Oreithyia also had two daughters, named Cleopatra and Chione.
Because of his union with Oreithyia, the Athenians regard Boreas as their brother-in-law or son-in-law, and once beseeched him to destroy the fleet of King Xerxes of Persia, which threatened the city of Athens. That was during the battle of Artemisium, fought in 480 BC.
The North Wind devastated the enemy fleet by invoking a violent storm, sinking 400 ships, and sending countless men and incredible treasure to a watery grave. The grateful citizens built Boreas a splendid temple sanctuary on the banks of the river Ilissus and a great festival, called the Boreasmi, was held annually in his honor to commemorate the Persian defeat.
The Romans identified Boreas as Aquilo. His name means "North Wind" or "Devouring".

Poyraz bana iyi geliyor


Bu sabah saatim çalınca yataktan kalkamadım. Sanki bir el beni geri yatmaya itti, ben de itiraz etmedim doğrusu :))
Saat 6.30'du ve hava daha karanlıktı. Hiç de yataktan çıkılası değildi doğrusu, ben de 45 dakika sonraya kurup saatimi, vapurla karşıya geçmeyi göze alarak kafamı tekrar yastığa gömdüm.

İyi ki de öyle yapmışım. 7.15'te kalktım, giyindim ve çıktım. Nasıl güzel bir hava vardı dışarda, nasıl temiz bir hava. Çok hafif yağmur atıştırıyordu, ama şemsiye açmadım. Temiz havayı derin derin içime çektim. Dünkü o boğucu havadan sonra tatlı serin bir rüzgar esiyordu. Vapura bindim, kapıya yakın bir yerde ayakta durdum. Aynı tatlı serinlikte gaztemei okudum. Vapurdan inince minibüse kadar yürüdüm. Kendimi neden bu kadar neşeli hissettiğimi anlamadım doğrusu. Havanın tadını çıkardım. Ciğerlerimi doldurdum. Resmen güne çok keyifli başladım.
Sonra anladım bu bu neşenin sebebini, bu sabahtan itibaren İstanbul'u ziyaret eden Poyraz'dı....
Anladım ki, poyraz bana iyi geliyor...

Pazartesi, Ekim 09, 2006

Poyraz


Farkında bile değilim, oldukça uzun süre olmuş yazmayalı. Geçen hafta işyerinde çok yoğun ve stresli idim. Evde de benzer ama çoook daha tatlı bir yorgunluk vardı. Bu nedenle blogum kafamdan uçtu gitti...
Evde yoğunduk çünkü bebek odasının altyapısını hazırlamakla meşgulduk. Sırf el kadar bir sıpacık gelecek diye 3 odayı 2 oda haline getirip, 3. odayı küçük beyimize bıraktık :))
Sonra da onun odasını boyadık...Şimdi babasının odasından artan tek bir dolabı saymazsak, bebeğimizin odası boş ve eşyaları bekliyor.
Dün Özlem, Özlem'in kardeşi Özge ve Kıvanç'la birlikte IKEA'ya gittik. Yine oldukça yorucu bir gün oldu. Ama kafamda alacaklarım ve almayacaklarım oldukça netleşti. Hatta oğlumuza 2 tane tekerlekli oyuncak kutusu bile aldık. Ha bu arada ilk oyuncağımız da Kıvanç amcasından geldi, sevimli, yumuşacık bir ayıcık.
IKEA'dan çıkıp Özge'yi Ankara'ya uğurladıktan sonra, Kızıltoprak'taki bir bebek mağazasına gittik. Ama o kadar yorulmuştuk ki, sadece bebek arabalarına doğru dürüst bakabildik. Amma da zor işmiş yahu, amma çok çeşit, amma çok özellik varmış. Başım döndü resmen. Ordan kaçarak uzaklaştıktan sonra Özü ve Kıvanç'ı iskeleye bıraktık ve eve döndük. 1 saat kadar salonda uumuşum. Ancak kendime geldim.

Bu uyku ve akşam yemek olmadığı için yaptığımız kahvaltımsı beslenme saatinde içtiğim 2 bardak çay nedeniyle gece uyku tutmadı tabi. Nasıl bir çarpıntı anlatamam. Saat 2.30 filandı uyuyabildiğimde. İnsanın bünyesi ne çabuk değişiyor. 2 bardak çok açık çay bile bana bunu yapıyorsa, ilk alkol aldığımda ne olacağım çok merak ediyorum.
Emzirmeyi bıraktıktan sonra ancak alkol alabileceğim düşünülürse, ki bu en azından 1,5 sene demektir; tek bardak biradan sonra naralar atmaya başlayabilirim ona göre :))

Cumartesi sabah Özü de aylık kontrolüne gitti. Sonrasında beni aradı. Kızımız tam 30 santim ve 770 gram olmuş yahu. Daha 6 ay bile doğmadı, maşallahı var güzel kızımın. Annesi de ona çok iyi bakıyor. Daha da büyüsün, etlensin, yağlansın ki doğar doğmaz mıncıkliiim ben onu :)))

Ha bu arada...
Çok daha güzel ya da benim hoşuma giden bir isim olmadığı takdirde, oğlumun adının Poyraz olmasını istiyorum. Poyraz, Boreas isminden türemiş ve mitolojide rüzgar tanrısı demekmiş. Batı dillerine Bora olarak geçmiş. Yunan mitolojisine göre kuzeydoğudan esen rüzgarı İstanbul boğazındaki mağarasında soğutup fırtınalara çeviren tanrıymış.
İnternette okuduğum bir başka yorum da bu ismi tercih etmemde etkili oldu;
"kuzeyden esen rüzgarlar insanları dinç tutar, beraberinde getirdiği güç yaşam koşulları (soğuk, rüzgar, kar, köye kurt inmesi vs...) karşısında insan iradesinin hep açık kalmasını sağlar, sevgili terketmesi, hedenin hödö olması gibi üzülmeye değmez durumlardan rahat kurtulmamıza, değdigi vücudumuzda oluşan ürperti ile yaşadıgımızı anlamamıza ve ondan keyif almamıza yardımcı olur. Kuzey rüzgarı altında çalışmaya başlayan insan işe iş demez, faideli verimli olur, kendisiyle gurur duyar, herşeyden önce birgün güzel günler göreceğine inanır, boşvermez. Kuzey rüzgari ayrıca kaz ördek gibi uçan mahlukatı da bölgeye getirerek ağız tadımıza da katkı yapar, süper olaydır poyraz rüzgarı, yazları İstanbul sıcağında nispeten rahat uyumamızı sağlar.

Tüm bunlar sonucunda Poyraz ismini koymaya karar verdim. Tabi babasının Fidel ısrarı nedeniyle, hiç istemesem de oğlumun 2 adı olacak.


Hoşgelsin Fidel Poyraz Koç, sefalar getirsin. En az abisi kadar iyi bir çocuk olsun, en az abisi kadar espirili, neşeli, sevgi dolu ve kendiyle barışık olsun. Yolu açık, şansı bol, bahtı açık olsun 2 oğluşumun da....

Çarşamba, Ekim 04, 2006

Abimizden incilere devam...

Dün akşam sıpam ile yaptığım telefon konuşmasını aynen aktarıyorum

Ben- Teyzecim ilk sana söylemek istedim, galiba kardeşin bugün ilk tekemelerini attı.
Anı - Aaaaa gerçekten mi? Çok sevindim. İlk bana söylediğin için teşekkür ederim.
Peki suların da aktı mı?
Ben - (Hö?) Anlamadım teyzecim...????!!!
Anı - Yani suyun da aktı mı?
Ben - Yok teyzecim akmadı. Sen bunu nerden biliyorsun peki?
Anı - Annem anlattı, sadece karnın acıyınca değil, aynı zamanda suyun da akınca kardeşim doğacakmış.
Ben- Tabi tabi canım....

Dün okulda ilk kavgasını da etmiş. Daha çok erken değil mi? 6 yaşında daha yahu. Mustafa ona yumruk atmış, o da Mustafa'ya tekme atmış. Sonra da cetvelini kırıp çöpe atmış. Anlamadım ki, bu durum normal midir?

Akşam da annesine kızıyormuş, okula eşofmanla gönderdiği için. Annesi de "e oğlum beden eğitimi dersin olduğu günler, okula eşofmanla gitmenizi istediler" demiş. Bizimkinin cevabı şu; "ne beden eğitimi. Biz öyle bir ders filan yapmadık. Sadece son tenefüste kimseyi bahçeye çıkarmadılar, sadece bizim sınıf çıktı. Uzun uzun oynadık"

:)))) Şaşkınım benim yaaaaa....

Yoksa ilk pıt pıt mı?

Dün akşam saatlerinde işyerinde bilgisayara eğilmiş dikkatle bir işe bakıyordum. Birden karnımın sağ alt tarafında 3 kez minnacık bir pıt hissettim. İrkildim doğrusu, sonra arkama yaslandım ve beklemeye başladım. Hemen tekrar minnacık pıtır pıtırlar geldi. Gaz gibi ama tam da gaz gibi değil. Elimi koydum ve elimle de hissettim. Bilmiyorum bunlar oğlumun ilk tekmeleri miydi ama ihtimali bile çok güzeldi doğrusu. Özü de böyle baloncuk patlaması gibi hissedeceğimi söylemişti zaten. Sonra tekrarlamadı ama heyecanla bekliyorum...

Isınınca geri döndüm....


Ben bu bebeğe klasik müzik dinletme mevzusunu anlamadım. Yani belki de anlamak işime gelmedi. Hevesle sağdan soldan birkaç tane klasik müzik CD'si aldım "Mozart for Babies", "Build Youre Babies Brain"....vs. Büyük bir ciddiyet ve görev bilinci ile taktım ve dinlemeye başladım.
İlk CD'de bu güzel değilmiş diyerek 3. parçada, bir başka CD'ye geçtim. Bu CD'yi yemek yaparken pek duyamadığım için daha uzun süre dinledim ama bu sefer de taaa arka odadan Ogo geldi ve hamileliğin boyunca bunları mı dinlicez diye sordu. Bu CD'yi de çıkartıp bu sefer "Akıllı Bebekler Akademisi" isimli kitapla birlikte verilen CD'yi taktım. Bu diğerlerinden de beterdi ve başındaki 15 dakikalık ney taksimi beni depresyona soktu. Bu CD'ye ikinci bir şans bile vermeyeceğim.
En son okuduğum yazıda da vals dinletin diyordu. Ne bu ya, saraya asilzade mi yetiştiriyoruz. Şu anda Şebnem Ferah "Can Kırıkları" dinliyorum mesela. İçinde keman solosu bile var, o olmaz mı :)
Neticede bebeğe anne karnında klasik müzik dinletme konusunun ne kadar gerekli olduğunu araştırıyorum şimdi :)) Eğer çok iyi bişey olacağına kanaat getirirsem, kocaman kulaklıklar alıp karnıma dayayıp sadece bebeğe dinleteceğim, biz dayanamıyoruz çünkü.
Kabul ediyorum, bu bizim eksiğimiz. Anneannem "alışmadık götte don durmaz" derdi. Aynen öyle, alışmadık kulakta klasik müzik olmuyor işte.
Annemin ne bana, ne de kardeşime hamileyken klasik müzik dinlediğini ve dinletmediğini biliyorum. Ogo'nun annesi de dinletmemiştir eminim. E Anı'cım da anne karnında iken hiç müzik dinlemedi, çocuk motorsiklet gürültüsü ile büyüdü. Ama zeka konusunda hiçbir problemimiz yok valla.
Yok kardeşim, reddediyorum klasik müzik dinletmeyi. Şöyle caz, latin, rock filan dinletsek nasıl olur?
Var mı önerisi olan :))

Salı, Ekim 03, 2006

Bir masal...


Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde ülkenin birinde bir kız yaşarmış. Bu kız bir dağı kucak bellemiş, yaşayıp gidermiş. Bu kızın çok elbisesi varmış. Güçlü kadın, güzel kadın, iyi anne, hayırlı evlat ve daha birçok giysisi. Kız bu elbiselerini çok önemser, birçoğunu hiç üzerinden çıkarmazmış.
Kız dağa “dağ” dermiş, dağ ona gülermiş. Kız ona “dağ” dedikçe, dağ daha çok gülermiş. Kız dağın gülmesine sevinirmiş. Dağ onu gölgesinde saklar, pınarlarından su verir, meyveleriyle beslermiş.
Kız dağa “dağ” demeye devam etmiş. Dağ kızı küçümsemiş. Kız üzülmüş ama gene de dağa “dağ” demeye devam etmiş. Dağ gittikçe daha acımasız gülüyormuş, kız da gittikçe daha çok üzülüyormuş. Kız dağa “dağ” demeye devam ettikçe, dağ da kızı üzmeye devam ediyormuş. Kız bu durumu hiç anlamamış. Çok üzülmüş, daha çok üzülmüş...
"Ama..." demiş kız, dağ gülmeye devam etmiş, "lütfen..." demiş kız, dağ onu duymamış bile.
Güneş doğuyormuş, güneş batıyormuş... Kızın canı çok acıyormuş. Kızın derisi kurumuş, dağın estirdiği sert rüzgarlardan. Gözlerini açamıyormuş, etrafında dönen kum ve topraktan. Dudakları çatlamış, konuşamaz olmuş dağın soğuğundan.
Kız yükseklerden eteklere inmeye başlamış. İndikçe inmiş, inerken ağlamış. Yürümüş, yürümüş... O kadar uzaklaşmış ki, dağın sesi artık gelmiyormuş. Yürüdükçe daha çok üşümüş. Dolaptaki en kalın elbisesini giymeye karar vermiş. Çoktandır giymiyormuş. Çok ağırmış bu elbise, zırh gibi. Soğuğu geçirmez ama taşıması çok zor. Kız o kadar üşümüş ki, dayanamamış ve elbiseyi giymiş. Artık en azından içi titremiyormuş. Bu elbisenin adı: “yalnız kadın”mış.